“Türk’ün gönlünde dağ varsa Balkan’dır, nehir varsa Tuna’dır.” der Yahya Kemal. Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlar’daki en önemli merkezlerinden biri olan, Eski Yugoslavya’nın bugün ise Sırbistan’ın başkenti ve en büyük şehri Belgrad da gerek Tuna ile Sava nehirlerini buluşturan özel coğrafyası gerekse tarihimizdeki özgün konumu nedeniyle gönlümüzdeki şehirlerdendir. Asırlar öncesine uzanan tarihi boyunca ihtiraslı iktidar mücadelelerine ve kanlı savaşlara sahne olan, defalarca el değiştiren ve her daim farklı medeniyetlerin gözdesi olmayı başaran Belgrad, Kanuni Sultan Süleyman komutasındaki Osmanlı kuvvetleri tarafından 1521’de fethedilmiş. O tarihten itibaren Osmanlı’nın Orta Avrupa’ya açılan kapısı olarak “Darül Cihad” adını alan şehir, zaman zaman “Tuna Belgrad”ı olarak da anılmış.
Sırpçada “Beyaz Şehir” anlamına geliyor Belgrad. Evliya Çelebi’ye göre minarelerin çok olmasından, bir rivayete göre ise kalenin etrafını çeviren beyaz renkteki taş duvarlardan dolayı “Beyaz Şehir” denmiş buraya. Sert ve soğuk geçen kış aylarında sık sık karlar altında kalan şehir, bembeyaz bir tablo oluşturduğu için bu ismi almıştır belki de. Hangisi doğru bilmiyorum, ama bugün ne Evliya Çelebi’nin bahsettiği camiler ne de kale duvarlarının beyaz rengi duruyor yerinde. Hepsi kitapların yazdığı, insanların anlatmaktan bıkmadığı masallar gibi artık. Kışın puslu perdesi aralanıp da ilkbahar yüzünü gösterdiğindeyse, şehrin rengi büsbütün değişiyor; yeşilin bin bir tonuyla canlanıyor ortalık. Almanya’nın Karaorman bölgesinden doğarak, ülkelere, şehirlere, kasaba ve köylere hayat veren ve en büyük kollarından Sava’yı burada kucağına alan Tuna da mavisine baharın yeşilini karıştırarak; bazen turkuaz bazen de zümrüt yeşili akıyor bu topraklarda.
Şehrin neredeyse tüm simgelerini bir arada bulabileceğiniz, tarihi Belgrad Kalesi ve çevresinden başlayabilirsiniz yolculuğunuza. Sürprizlerle dolu bahçe ve meydanlarında, egemenliğinde kaldığı her uygarlıktan bir işaret saklayan ve Osmanlı’nın “Kale Meydanı” dediği bu bölge, Osmanlı’dan sonra da “Kalemegdan” olarak Türkçe adıyla anılmaya devam etmiş. Romalılar tarafından inşa edildiği bilinen, zaman içinde yıkılan, yenilenen ve bugünkü görünümüne kavuşan görkemli kalesi, Sırbistan’ın bağımsızlığını simgeleyen Zafer Anıtı, kiliseleri, müzeleri, cıvıl cıvıl parkları ve tabii ki kucaklaşan nehirlerin muhteşem manzarasıyla Kalemegdan, şehrin en cezbedici, bize de en tanıdık gelen noktası.
Kalemegdan’a, Sırpların “Stambol Kapija” dedikleri “İstanbul Kapısı”ndan girince; önce Saat Kulesi, onun biraz ilerisinde ise Mora Fatihi olarak nam salan Silahtar Damat Ali Paşa’nın türbesi karşılar konukları. Ali Paşa, 1716’da Avusturya’ya karşı yapılan Petrovaradin Muharebesi sırasında Tuna kıyılarında şehit düşmüş ve türbesi Darül Cihad’ın Tuna kıyılarına, Kalemegdan’a yapılmış. TİKA tarafından restore edilen türbe, belki de sürekli bir görevlinin istihdam edilememesi nedeniyle ziyarete açık değil henüz. İçerideki sandukayı gören Sırp ve Boşnakların pencere demirlerine çaput bağlayarak dilek diledikleri türbede, buruk ve hüzünlü bir sessizlik hüküm sürüyor. Defterdar Kapısı’nın hemen yanı başında ise Sokullu Mehmet Paşa Çeşmesi’ne rastlarsınız. Osmanlı’nın en görkemli yıllarında üç hükümdara sadrazamlık yapan ve ilerleyen yaşında bir suikasta kurban giden Sokullu Mehmet Paşa, Sırp asıllı bir devşirmedir ve Mehmet Paşa Sokoloviç olarak da bilinir. Paşa’nın adını taşıyan çeşme, bugün sık sık çalınan musluğu ve bu nedenle bazen akan bazen akmayan suyuyla ulu bir ağacın gölgesinde bekliyor ziyaretçilerini.
Kalemegdan’dan ayrılınca, yol beni şehrin en popüler caddesine, Knez Mihailova’ya götürüyor. Adını, Sırpların Osmanlı Devleti’ne karşı bağımsızlıklarını ilan etmelerinde önemli bir rol oynayan Mihailo Obrenoviç’den alan bu cadde; alışveriş mağazaları, sokak sanatçıları, şık restoran ve kafeleriyle günün her saati çok hareketli. Çünkü Sırplar, parklarda olduğu kadar sokaklarda, kafeterya ve restoranlarda da zaman geçirmeyi, sohbet etmeyi ve eğlenmeyi çok seviyor. Knez Mihailova’nın sizi kendisine çeken kalabalığına karışarak vitrinlere göz atabilir, sokak müzisyenlerine kulak verebilir ve resim yapan amatör görünümlü profesyonel ressamların eserlerini inceleyebilirsiniz. Gezinin yorgunluğunu hafifletmek için kafeteryalardan birine uğrarsanız eğer; Sırpların “Turska kafa” dedikleri, fakat 1990’larda başlayan ve uzun süre devam eden gerginliklerden sonra adı “Domaça kafa” olarak değiştirilen ve lezzeti Türk kahvesine çok yakın olan yerel kahveyi denemelisiniz. Knez Mihailova’nın akan kalabalığına karışarak şehrin buluşma noktasına, Sırpların “Trg Republike” dedikleri Cumhuriyet Meydanı’na geliyorum sonra. Tramvay ve troleybüslerin geçtiği geniş caddeler bu meydanda kesişiyor. Şimdilerde meydan ve çevresi, yayalaştırma projesi kapsamında araç trafiğine kapatılmış durumda; böylelikle şehir merkezi bütünüyle turizme kazandırılmak isteniyor. Ulusal Müze, Tarihi Opera Binası ve Mihailo Obrenoviç’in at üzerindeki heykeli de burada. Cumhuriyet Meydanı’nın çok yakınında bir başka işlek meydan, Teraziye Meydanı yer alıyor.
Osmanlı döneminde suyun dağıtımı buradaki su kulelerinden yapıldığı için “Teraziye” adını alan ve bugün Türkçe adıyla anılmaya devam eden meydanda, şehrin en eski yapılarından meşhur Moskova Oteli’ni de görmek mümkün. Özellikle güneşli bir günde, su kulesinin hemen yanındaki bu tarihi otelin kafeteryasında bir şeyler yiyip içerken, meydandaki hareketliliği seyretmekse çok keyifli.
Kaleden sahile doğru inmeden bir kahvehanede mola veriyoruz. Kavala’nın yüzyıllık fotoğrafları dikkatimizi çekiyor burada. Şehrin manzarası tüm canlılığı ve maviliğiyle dururken karşımızda, kahvehanenin duvarlarını süsleyen siyah beyaz fotoğraflar da zamanda yaptığımız yolculuğun yeni bir istasyonu oluyor adeta. Çok uzakmış gibi görünen geçmişle bugün arasında değişik duygular yaşamaya devam ettiğimiz bu kısacık molada, Yunanistan’ın geleneksel soğuk kahvesi olan frappe içiyor, yanında şehrin adıyla özdeşleşen meşhur bademli kurabiyelerden yemeyi de ihmal etmiyoruz.
Akşam olunca, şehirdeki gece hayatının merkezi olarak ünlenen Skadarlija’ya yürüyorum. Daha önce soğuk ve yağmurlu bir kış günü gördüğüm Skadarlija, sakin havasıyla aklımda kalmışsa da ilkbahar ziyaretimde bambaşka bir çehreyle çıkıyor karşıma. Sırpların Türk kaldırımı dedikleri, bizimse Arnavut kaldırımı olarak adlandırdığımız sokak taşlarıyla şirin bir cadde; kulağa tanıdık gelen Balkan ezgileri, kalabalıklarla dolup taşan sanat galerileri ve hediyelik eşya dükkânları… Burada asıl görülmesi gerekense, çiçeklerin baştanbaşa renklendirdiği restoranlar ve eğlence hayatı. Yolunuz Skadarlija’ya düştüğünde, caddedeki otantik manzaranın tadını çıkardıktan sonra, restoranlardan birinde Sırbistan’ın geleneksel ezgileriyle eğlenmeli ve lezzetli yemeklerinin tadına bakmalısınız mutlaka. Ben öyle yapıyorum; daha önce Bosna’da yediğim ve Balkan coğrafyasında “Cevapi” denilen meşhur kaymaklı köftenin tadına bir de burada bakıyorum. Ertesi günkü yolculuğum, adını Sırp Ortodoks Kilisesi’nin kurucusu Aziz Sava’dan alan büyük kiliseyle başlıyor. Yapımına 1935’te başlansa da inşa süreci hâlâ devam eden ve sadece Sırbistan’ın değil, Balkan coğrafyasının da en büyük Ortodoks kilisesi 1856-1943 yılları arasında yaşayan, dünyaca ünlü Sırp asıllı fizikçi Nikola Tesla da Belgrad’ın sembol isimlerinden biri.
Havalimanından başlayarak, şehrin birçok noktasında adına rastlayabileceğiniz Tesla, Sırplar için bir gurur kaynağı. Şehri ziyaret eden turistlerin uğrak yerleri arasında olan Nikola Tesla Müzesi’nde, dâhi fizikçinin modern bilime sunduğu katkılar ve deneylerinden bazılarının uygulamalı örnekleri görülebilir. Eski Yugoslavya’nın dünyaca tanınan Nobel Ödüllü romancısı Ivo Andriç’in yaşadığı apartman ise; bugün biri Cumhurbaşkanlığı Köşkü, diğeri Belediye Meclisi olarak kullanılan sarayların bulunduğu parkın hemen yanında yer alıyor. Ünlü yazarın mütevazı heykeli de suyu sakin sakin akan küçük bir havuzun başında ve yemyeşil ağaçların gölgesinde almış yerini. Parkın karşısındaki Parlamento Binası ile tarihi postane de estetik mimarisiyle görülmeden geçilmeyecek güzellikte.
Parlamento önünden Kral Aleksandıra Bulvarı boyunca yürümeye başladığınızda, karşınıza Aziz Mark Kilisesi’ne de ev sahipliği yapan Taş Meydan Parkı çıkacak. Yemyeşil ağaçların gölgesinde ve kuş cıvıltıları eşliğinde yürüyüş yapan, sohbet eden ve köpeklerini gezdiren Belgrad sakinlerinin arasında şehrin huzurlu ahengini yakalayabilirsiniz. Fakat etrafınıza dikkatli bir gözle baktığınızda, sonsuz bir huzurun şehrinde olmadığınızı anlarsınız. Balkan coğrafyasında yaşanan acılardan Belgrad da nasibini almış ne yazık ki. 1999’daki Kosova Savaşı sırasında NATO Kuvvetleri tarafından bombalanan şehir, yaralarını büyük ölçüde sarsa da bazı yapılar yıkımın izlerini saklıyor hâlâ. Özellikle Savunma Bakanlığı’nın bazı binalarının harap hali, aslında daha dün gibi yakın olan bir geçmişin acı ve dehşet dolu günlerini hatırlatıyor görenlere. Vakit akşama yaklaşırken, güneşi Kalemegdan’da batırmak üzere şehir merkezine yürüyorum yeniden. Daracık bir sokakta ve apartmanlar nedeniyle pek de dikkat çekmeyen bir noktada Bayraklı Camii karşılıyor bu kez beni. Tek kubbesi ve tek minaresiyle bu küçük ve mütevazı cami, Belgrad’ın bugün ayakta kalabilen tek camisi özelliğini taşıyor. Belgrad sürprizlerle dolu bir şehir diye düşünmeden edemiyorum. Her adımımda beni kendine daha çok çeken, her sokağında farklı duygular yaşadığım renkli bir şehir…
Günün sonunda yeniden Kalemegdan’dayım. Bu kez bambaşka bir tabloyla, çok daha tanıdık bir yüzle çıkıyor karşıma, şehrin içinde adeta başka bir şehir gibi olan Kalemegdan. Tuna ile Sava’nın ağır ağır kızıla boyanışını seyrederken; bu iki nehrin, bir şehrin topraklarına ve insanlarına sunduğu sonsuz bereketi, kazandırdığı muhteşem güzelliği ve asırlar boyu imparatorların aklını çelen stratejik önemi bir kez daha düşünüyorum. Ve bu akşam alacasında biraz daha iyi anlıyorum; neden amansız mücadelelere sahne olmuş bu topraklar, medeniyetler neden vazgeçmek istememiş bu güzelim şehirden…
Yazar: Begüm Yavaş
Fotoğraflar: Begüm Yavaş