ADRİYATİK KIYILARINDA OTANTİK BİR ÜLKE KARADAĞ
Kale surlarıyla çevrili tarihi şehirlerin, uçsuz bucaksız uzanan plajların, yemyeşil ormanların, ama en çok da gökyüzüne uzanan heybetli dağların hâkimiyetindeki Karadağ, Adriyatik Denizi’nin kucakladığı küçücük bir Orta Çağ ülkesi. Eski Yugoslavya’nın dağılmasının ardından Sırbistan’ın bir parçası olan ve 2006 referandumunda Sırbistan’dan da ayrılarak bağımsızlık kararı alan Karadağ, hem dünyanın en genç ülkelerinden biri hem de tarihi asırlar öncesine uzanan birçok medeniyetin ev sahibi.
Karadağ’ın başkenti ve en büyük şehri Podgorica’dan çıkıyoruz yola. Yaklaşık 400 yıl Osmanlı idaresinde kalan, fakat II. Dünya Savaşı’nda yaşanan ağır yıkım nedeniyle büyük tahribata uğrayan bu şehirde, tarihi yapı ne yazık ki yok denecek kadar az. Eski dokusunu koruyamasa da zümrüt yeşili Neretva’ya benzerliğiyle dikkatimizi çeken ve şehrin ortasından süzülerek akıp geçen Moraca Nehri yüzümüzü güldürmeye yetiyor burada. Fazla vakit kaybetmeden Karadağ’ın UNESCO korumasındaki turistik şehri Kotor’a yöneliyoruz sonra. Aşağı yukarı bir buçuk saat süren yolculuğumuz boyunca; pırıl pırıl maviliğiyle Adriyatik’in, yeşilin binbir tonunu sergileyen ormanların, ülkeye damgasını vuran ve kıvrımlı yolumuzu gölgeleyen ihtişamlı dağların seyrine doyamıyoruz. Bu manzaranın bende uyandırdığı etki ise Yahya Kemal’in mısralarında buluyor karşılığını: “Ruh ufuksuz yaşamaz / Dağlar ufkunda mehabet / Ova ufkunda huzur / Deniz ufkunda teselli duyulur.”
Dört koyun boğazlarla birbirine bağlandığı bir liman kenti olan Kotor’un “Stari Grad” dedikleri Eski Şehri, Orta Çağ’dan kalma diğer emsalleri gibi tarihi surlarla çevrili. Şehrin girişinde, eski Yugoslavya lideri Tito’ya ait bir notla karşılaşıyoruz önce: “Tude nejemo svoje ne damo” yani “Başkalarına ait olanı istemeyiz ama bizim olanı da teslim etmeyiz” anlamına geldiğini öğrendiğimiz bu sözler “Deniz”, “Kuzey” ve “Güney” adlı 3 ayrı kapısı bulunan şehrin “Deniz” kapısının üzerinde yazılı. Sur içine adım atar atmaz tarihi atmosfer kucaklayıveriyor bizi. Çünkü burası; labirenti andıran daracık sokakları,12 ve 13. yüzyıllardan kalma kiliseleri, yan yana sıralanan tahta panjurlu taş evleri, stratejik bir noktada yükselen tarihi kalesiyle tam bir Orta Çağ şehri.
Sur içine adım atar atmaz tarihi atmosfer kucaklayıveriyor bizi. Çünkü burası; labirenti andıran daracık sokakları,12 ve 13. yüzyıllardan kalma kiliseleri, yan yana sıralanan tahta panjurlu taş evleri, stratejik bir noktada yükselen tarihi kalesiyle tam bir Orta Çağ şehri.
Deniz kapısı, “Silah Meydanı” dedikleri ana meydana açılıyor. 17. yüzyıldan kalma bir saat kulesi ve kulenin önündeki piramit görünümlü taş, dikkatimizi çeken ilk mimari unsur oluyor burada. Geçmişte suç işleyenler yakalandıktan sonra “Utanç Anıtı” denilen bu taşın önünde halkın huzuruna çıkarılır ve cezalandırılırmış. Kafeteryaların ve taş evlerin çevrelediği bir başka meydanda ise 12. asırdan kalan ve şehrin en önemli dini yapılarından St. Tryphone Katedrali’ni görüyoruz. Biraz sonra kısa bir mola vermeye karar veriyor, şehirde Venedik ruhunun tüm canlılığıyla yaşatıldığından olsa gerek, katedralin hemen yanı başındaki Pizzaria Sara Restoran’da pizza yemeği tercih ediyoruz. Lovcen Dağları’nın yalçın kayalıklarına yaslanan tarihi Kotor Kalesi ise haşmetli olduğu kadar gizemli görüntüsüyle de merak uyandırıyor bizde. Buraya kadar gelip kaleyi görmeden olmaz diyor, pizzalarımızı yer yemez harekete geçiyoruz. Bir taraftan taş evlerin kırmızı kiremitli çatıları her adımımızda küçülüyor, diğer taraftan Akdeniz’e dimdik uzanan dağların ihtişamı, gökyüzünün maviliği ve körfezin güzelliği sarıp sarmalıyor bizi. En güzel fotoğrafı zirvede göreceğimize şüphe duymuyoruz elbette. Fakat gelin görün ki nisan ayında olmamıza rağmen kavurucu bir öğlen sıcağına denk geliyoruz.
Hal böyle olunca yaklaşık 1400 basamaktan oluşan kale yolu çık çık bitmiyor. Vaktimizin yeterli olmayacağını da hesaba katınca “Church of Our Lady of Remedy” Kilisesini görüp, biraz soluklandıktan sonra geri dönmeye karar veriyoruz. Aklımız gizemini koruyan kalede ve o noktadan seyretmeyi planladığımız manzarada kalsa da bir başka baharda ve daha geniş bir zamanda Kotor’a gelmek için bahanemiz olduğunu düşünerek devam ediyoruz yolumuza. Eski Şehir’deki mimari şölen surların dışında yerini mavi yeşil bir tabloya bırakıyor. Cruise yolcu gemileriyle lüks yatların gözde uğrak yeri olan Kotor Limanı’nı ve surların yanı başından akıp geçerek şehre bambaşka bir güzellik katan Skudra Nehri’ni gördükten sonra Kotor’u istemeyerek de olsa arkamızda bırakarak Karadağ’ın turistik bir diğer şehrine, Budva’ya hareket ediyoruz.
Yolumuzun üzerindeki Perast’a uğramayı da ihmal etmiyoruz bu arada. Küçücük bir sahil kasabası olan Perast da tıpkı Kotor gibi UNESCO korumasında. Eşsiz güzellikte dağ ve deniz manzarasının yanında biri doğal, diğeri yapay olmak üzere iki adanın süslediği körfeziyle görülmeden geçilmeyecek güzellikte. Hoş kokulu portakal ağaçlarının süslediği sahilde manzaranın tadını çıkarıyor ve adaları karşıdan seyrediyoruz bir süre.
“St. George” adındaki doğal ada ziyarete kapalı. Fakat dilerseniz Perast Limanı’ndan bineceğiniz bir tekneyle “Our Lady Of The Rock” yani “Kayaların Leydisi” adlı yapay adaya geçip, buradaki kilise ve müzeyi gezebilir, şirin Perast kasabasına bir de bu noktadan bakabilirsiniz. Budva’ya gelmeden dünyaca ünlü Sveti Stefan Adası’nı kuşbakışı göreceğimiz stratejik bir noktada duruyoruz bu kez. Geçmişte küçük bir balıkçı köyü iken zamanla çehresi değişen ve bugün lüks bir otel olarak hizmet veren ada, Karadağ’ın simgelerinden biri. Ana karaya dar bir yol ile bağlanan Sveti Stefan’a da karşıdan bakabiliyoruz yalnızca. Çünkü otelde konaklamadan adayı gezebilmek mümkün değilmiş maalesef. Burada verdiğimiz fotoğraf molasının ardından, dağlık ve kıvrımlı yolumuz biraz sonra Budva’ya ulaştırıyor bizi.
Uzun plajları, tertemiz koyları ve “açık hava diskosu” dedikleri hareketli eğlence hayatıyla tam bir tatil şehri denilebilir Budva’ya. Fakat biz tıpkı Kotor’da olduğu gibi eskiyle yeniyi buluşturan bu şehirde, mimari ve kültürel zenginliklerin peşine düşüyoruz yine. Orta Çağ ruhunun yaşatıldığı kale duvarlarının arkasındaki dolambaçlı sokaklara kendimizi bırakıyor; tarihi kiliseler, otantik dükkânlar, sanat galerileri, müzeler ve butik otellerin arasında kayboluyoruz. Kotor’da başlayan zamanda yolculuğumuz kaldığı yerden devam ediyor böylece.
Ertesi gün erkenden ayrılıyoruz Budva’dan. Bu kez ev sahibimiz, Karadağ’ın en önemi liman şehri Bar. İtalya’nın Bari şehrinin tam karşısında yer alan ve adını buradan aldığı söylenen Bar, ülkenin deniz yoluyla dünyaya açılan kapısıymış aynı zamanda. Yaklaşık 300 sene Osmanlı hâkimiyetinde kalan şehrin “Stari Bar” dedikleri Eski Şehri’nde tarihin tüm canlılığıyla yaşatıldığına şahit oluyoruz.
Türbesi, tekkesi, tarihi kalesi, saat kulesi, camileri, Arnavut kaldırımlı sokakları, hediyelik eşya satan dükkânları ve çevresindeki asırlık zeytin ağaçlarıyla öylesine sıcak, öylesine tanıdık geliyor ki bu şehir bize, küçük bir Anadolu kasabasında olduğumuz hissine kapılıveriyoruz. Ardından rotamızı bir başka tanıdık coğrafyaya, Arnavutluk’a çeviriyor ve ayrılıyoruz buradan.
Balkan coğrafyasında gezip gördüğüm diğer şehirler gibi özel bir dünyaya dâhil olan Karadağ’dan en çok da Bar’ın içime işleyen samimiyeti kalıyor geriye…
Yazar: Begüm Yavaş
Fotoğraflar: Bülent Katkak