Dergimizin bu sayısında insana adanmış bir meslek olan hekimlikte, gerek bilimsel çalışmalarıyla gerekse yaşamıyla örnek teşkil eden, ülkemizin kıymetli cerrahlarından ve kurumumuzun üyesi Prof. Dr. Demir Budak ile yaptığımız sohbeti sizlerle paylaşmanın sevincini yaşıyoruz.
Kıymetli Hocam, isterseniz çocukluğunuzla başlayalım. Neler söylemek istersiniz?
Erzurum’da doğdum. Rahmetli babam avukat, annem ev hanımıydı. 6 kardeşli bir ailenin ilk çocuğuyum. Çocukluğum Erzurum’a 35 km uzaklıkta eski adı Hasankale yeni adı Pasinler olan şirin bir kasabada geçti. İlk ve ortaokulu anılarımda çok ayrı bir yeri ve değeri olan Pasinler’de, liseyi Erzurum Lisesi’nde okudum. Pasinler, ortasından geçen parke taşlı bir cadde üzerinde, sağlı sollu yerleşik küçük esnaf dükkânları olan, kasabından bakkalına, fotoğrafçısından berberine hemen herkesin birbirini tanıdığı küçük ama çok sevimli bir yerleşim yeriydi. Adını da eteklerinde yerleştiği Hasan Dağı’ndan alıyordu. Evimiz ana caddeye dik bir yokuşla bağlanan bir sokağın başındaydı. 1950’li yıllar, yakın bir geçmişte İkinci Dünya Savaşı’nı geride bırakmış olan ülkemiz için ekonomik anlamda sıkıntılı yıllardı. Savaşın etkileri her yerde olduğu gibi bölgemizde de hissediliyor, topyekûn toparlanmaya çalışıyorduk. Yoksul değildik ancak tutumlu yaşamayı öğreniyor, “Yerli Malı Yurdun Malı, Her Türk Onu Kullanmalı’’ sloganıyla büyüyorduk. Elektriğimiz yoktu. Saat 19.00-23.00 arası çalıştırılan bir jeneratörle aydınlanırdık. Geri kalan zamanlarda aydınlanma aracımız idâre lambalarıydı. Elbiselerimiz küçük yamalar taşıyor olsa da tertemiz, pırıl pırıldı. Kasabamızda, hemen herkesin birbirini sahiplendiği, sevinçte ve tasada birlikte olunan, yanlış ya da uygun düşmeyen davranışlarımızda bir büyüğümüz tarafından uyarıldığımız, öğütlendiğimiz hatta zaman zaman bu nedenle azarlandığımız bir ortamda büyüdük.
Hekimlik mesleğine nasıl karar verdiniz?
Pasinler’in, hekimlik mesleğini seçmemde çok önemli bir yeri olduğunu belirtmeliyim. İlçemizin “Nazif Amca” olarak bilinen çok değerli bir doktoru vardı. Kendisi, geçirdiği bir rahatsızlık nedeniyle boynunu hafif eğri bir pozisyonda tutar ve bu nedenle halk arasında “boynu eğri doktor” olarak anılırdı.
Bu değerli hekimin ilçede çok büyük bir saygınlığı vardı. Evinden sağlık dispanserine doğru yürürken ya da dönüş yolunda, gencinden yaşlısına tüm esnaf, “Doktor Nazif Bey geçiyor” diye dükkânlarının önünde oturmakta oldukları taburelerden kalkarlar, onu saygı ile selamlarlardı. O da fötr şapkasıyla onları sevgiyle selamlar, gösterilen sıcak ilgi ve saygıya karşılık verirdi. Ne avukat olan babama, ilçenin savcısına, hakimine, jandarma komutanına ne de üst düzey başka birisine gösterilmeyen kitlesel bir saygıydı bu. Bu denli saygıyı hak eden nasıl bir meslektir diye düşünmüş ve kendisine özenmiştim. Sanırım hekimlik mesleğine olan ilgim, şaşkınlığımın hayranlığa dönüştüğü o çocukluk yıllarımda başlamış olmalı.
Hekim olmayı seçmemdeki ikinci bir etken de ilkokul son sınıfta apandisit tanısıyla geçirdiğim ameliyat olmuştur. Hiç unutmuyorum, bir gün sınıfta dayanılmaz bir karın ağrısı hissetmiş ve öğretmenimizin izni ile eve gönderilmiştim. Mutfakta yöremizin meşhur su böreğini yapmakla meşgul olan rahmetli annem beni sancılı bir durumda görünce telaşlanmış, “Uzan yat oğlum dinlen biraz, ben hemen geliyorum.” Demişti.
Biraz sonra yanıma gelen annem “Şimdi geçiririm oğlumun ağrısını.” diyerek bir havlunun arasında ısıtmış olduğu sıcak tuğlayı karnımın üstüne yerleştirmişti. Anacığımın bilinçsizce yaptığı bu uygulama şikâyetlerimi azaltmamış, sonradan öğrendiğime göre “ısı” hastalığımı daha da alevlendirmişti.
Hatırlıyorum, eve gelen Doktor Nazif Amca beni dikkatle muayene ettikten sonra “Endişelenme evladım ancak küçük bir ameliyat geçirmen lazım, bunun için seni Erzurum Numune Hastanesi’ne göndereceğim.” demişti. Çok karlı bir kış günüydü, güç bir yolculuğun sonunda Erzurum Numune Hastanesi’ne ulaşabilmiştik. Hemen ameliyathaneye alınmış ve başarılı bir ameliyat geçirmiştim. Şimdi düşünüyorum da o günün koşullarında delinmiş ve “peritonit” dediğimiz yaygın karın iltihabına neden olmuş bir apandisit olgusunu başarılı bir şekilde tedavi etmek gerçekten zor bir iş olsa gerekti. İsmini öğrenemediğim, hayatımı borçlu olduğum bu büyük cerrahı her zaman minnetle ve rahmetle anarım.
Hastanenin eter ve ilaç kokularıyla dolu bir koğuşunda tertemiz bir yatakta yattığım o günleri net bir şekilde hatırlıyorum. Çok özenli bir hizmet alıyordum. Karnıma yerleştirilmiş olan akıntılı direnlerle 21 gün hastanede kaldım. Bu süre içinde doktorların, hemşire ve sağlık personelinin gece gündüz demeden hastaları için nasıl sıcak bir sevgi ve ilgi ile çabaladıklarını çok yakından gözlemlemiştim. Hayranlık duyuyor, onlarla adeta bütünleşiyordum. Sanırım beni hekimlik mesleğime yönelten ikinci güçlü ivme de yaşadığım bu olay olmuştur.
İstanbul’da kalmaya nasıl karar verdiniz?
İstanbul Tıp Fakültesi’ndeki eğitimimi 1967 yılında tamamladım. Doktor olmuştum. Rahmetli babam Erzurum’a dönmemi istiyor ve bölgemize hizmet etmem gerektiği konusunda ısrar ediyordu. Öte yandan başta rahmetli fakülte dekanımız Prof. Dr. Cihat Abaoğlu hocamız ve cerrahi hocalarımdan yakınlık görüyor, fakültede kalmam için cazip öneriler alıyordum. İkilem içinde ve çıkmazdaydım. Bu sorunu babamı kırmadan nasıl halledecektim? Mezuniyet belgelerimi almak için öğrenci bürosuna gittiğim bir gün fakülte dekanının beni arattığını öğrendim. Aynı kattaki odasında bekletmeden beni kabul ettiler.
Elini öpüp ayrılmak üzereyken ne yapmayı düşündüğümü sordu. “Erzurum’a dönmem gerekiyor hocam.” dedim ve kendisine babamın bu konudaki ısrarını ilettim. Güldü. Benden babamın adını ve telefon numarasını isteyerek sekreterine uzattı ve hemen bağlamasını istedi. Babamla dostane bir sohbet ve tebrik faslından sonra, “Reşat Bey oğlunuzu göndermeyeceğim, bizlerle kalmasını ve cerrah olarak yetişmesini arzuluyorum, lütfen bu izni verin.” dedi. Rahmetli babamdan buruk bir şekilde aldığını düşündüğüm “Peki hocam siz nasıl uygun görürseniz.” cevabı sonrası bana dönerek: “2. cerrahi kliniğimiz önümüzdeki ay asistanlık sınavı açıyor, git başvur ve hazırlan.” dedi. Akademik kariyer yolumu açan ve daima desteğini arkamda hissettiğim bu değerli büyüğümü her zaman minnetle ve rahmetle anıyorum.
Meslek hayatınızda çok anı biriktirmişsinizdir, bunlardan birkaçını bizlerle de paylaşabilir misiniz hocam?
İki ilginç anımı paylaşayım sizinle. İlki öğrencilik, ikincisi uzmanlık yıllarımdan olsun. Fakültenin 4. Sınıfını bitirmiş 5. sınıfa geçmiştim. Yaz tatili için İstanbul’dan her zamanki gibi trenle Erzurum’a dönüyordum. Dört kişinin sıkıştığı kompartımanlarda iki günü aşan sıkıntılı bir yolculuktu. Dinlenmeye çalıştığım bir anda koridordan geçen görevlinin çaldığı zil sesi ile irkilmiştim. Bir yandan da “Aranızda doktor olan var mı?” diye seslenmekteydi. Henüz klinik eğitimine yeni başlayan bir tıp öğrencisi olduğum için telaşla koşuşturan görevlinin bu çağrısını üzerime almamış, sesimi çıkarmamıştım. Görevli kondüktör bütün treni dolaştıktan sonra sağlıkçı birisini bulamamış olmalı ki tekrar önümüzden geçtiğinde dayanamamış, kendisine doktor olmadığımı, tıp öğrencisi olduğumu ifade etmiştim. Sözümün bitimi ile görevlinin “Doğum yapan bir yolcumuz var, yardım gerekiyor.” diyerek beni yan vagondaki kompartımana itmesi bir olmuştu.
Kompartımanda yerde yatmakta olan ve doğum sancıları çeken bir kadınla karşı karşıyaydım. O zamana kadar doğum olayını bir kez pratik uygulamada kalabalık bir öğrenci grubu içinde uzaktan izlemiştim. Bu konuda hiçbir deneyimim yoktu. İçeride doğum yapacak kadının dışında başka bir kadını da görünce biraz rahatlamıştım. Zira bu kadın bir ebe gibi olaya oldukça hâkim görünüyordu. Biraz gözlemleyince bana fazlaca bir işin kalmamış olduğunu anladım.
Sadece altıncı doğumunu yapmaya çalışan annenin nabzını kontrol ediyordum. Ebe görevini üstlenmiş olan deneyimli kadıncağız doğumu yaptırmış, her şeyi düzene sokmuştu. Başarmıştık. Kompartımandan çıktığımda koridoru doldurmuş olan meraklı izleyicilerden müthiş bir alkış ve “Yaşa, bravo!” sesleri yükseldi. İşte o zaman anlamıştım takdir edilmenin bir hekim için ne denli değerli olduğunu. Cerrahi eğitimde baş asistanlık dönemi, kurumsal sorumluluğu en ağır şekilde yüklendiğiniz yıllardır. Acil cerrahi nöbetlerinde kliniğin tüm sorumluluğu nöbetçi baş asistandadır. Çalıştığım İstanbul Üniversitesi Çapa Cerrahi Kliniği, acil hizmetlerinin çok yoğun verildiği merkezlerden birisiydi. Bu yorucu acil nöbetlerimizden birinde gece vakti odama asistan arkadaşlarımdan birisi gelerek, “Ağabey aşağıda sorunlu bir kadın var olayı aydınlatamadık.” dedi.
“Israrla midesinde yılan olduğunu söylüyor. Ancak hiçbir kanıtlayıcı bulgu yok. Eşi de yanında. İkna edemiyoruz.” Kalktım, polikliniğe doğru ilerlerken arkadaşımdan olayı etraflıca anlatmasını istedim.
Hastanın otuzlu yaşlarda olduğunu ve bir aydır devam eden sıkıntıları için pek çok yere başvurduğunu söyledi. Kocası ile de konuştuk. Tarlada çalıştığı bir gün hanımı soluklansın diye ona testi ile ayran getirmiş. Adam: “Birazını içtim birazını da daha sonra içerim düşüncesiyle bir ağacın gölgeliğine testiyi bırakıp işe döndüm.” diyor. Bir müddet sonra hanımı kalanından biraz da ben içeyim diyerek testiyi kafasına dikmiş. Birdenbire içime yılan kaçtı diyerek çırpınmaya bağırmaya başlamış. Başvurmadığı hastane, gitmediği doktor kalmamış. Elinde bir torba dolusu film hatta endoskopi raporu var. “Ne olur bizi bu dertten kurtarın!” diyormuş.
Asistan arkadaşımı dinlerken kafamda uygulayacağım yöntemi tasarlamıştım. Ona: “Sen önden git hastanın ilk ve son filmlerinden birkaçını ‘negatoskop’ dediğimiz ışıklı ekrana diz ve beni bekleyin.” dedim. Polikliniğe girdim. Biraz da otoriter bir sesle: “Nedir çözemediğiniz sorun arkadaşlar?” diye sordum. Ve ilk kez dinliyormuşum gibi olayı anlatmalarını istedim. Polikliniğin bir köşesinde uzunca boylu ve iri yapılı bir kadın olan hasta, yanında zayıf kısa boylu kocasıyla birlikte beni izlemekteydiler. Ekipteki en kıdemli asistan arkadaşım bana olayı açıklamaya çalışırken kocası kalktı yanıma geldi ve “Doktor Bey, boğazına ışıklı boru bile saldılar. Bir şey göremediler. Kurbanın olam, kurtarın bizi bu çileden.” diyerek gömleğimi çekiştirmeye başladı. Kadın hasta sadece dinliyor ve nasılsa bunlar da bir şey yapamayacaklar dercesine küçümser ve ümitsiz bir bekleyiş içinde bizi izliyordu.
Asistanlarıma göz kırpıp işaret ederek asılı filmlerin kime ait olduğunu sordum. Bu hanım hastanın olduğu cevabını alınca, negatoskopa doğru yaklaştım, biraz yüksek bir sesle ve elimle işaret ederek “Çocuklar nasıl atladınız bunu, görmüyor musunuz midede kıvrılmış yatan yılanı, yazıklar olsun size!” dedim. O taş gibi sessiz duran kadın yerinden fırladı ve ellerime sarıldı. Kocası da şaşkınlık içindeydi. “Bak kızım haklıymışsın, bunca zamandır bu meret şeyle dolaşmış yine de ayakta kalabilmişsin. Bravo sana. Seni şimdi çok hafif bir şekilde uyutacak ve bu mereti midenden çıkaracağım merak etme.” dedim. Ağlamaklı kadın her şeye razıydı. Nöbetçi anestezist arkadaşımı bilgilendirerek hastayı kısa bir süre için uyuttuk. İşleme başladık. O arada bir asistan arkadaşımızı parazitoloji laboratuvarına göndererek cam kavanozlarda sergilenen su yılanlarından birini çıkarıp getirmesini istedim. Kadın kısa bir süre sonra uyku mahmurluğu içerisinde gözlerini açtığında, pense ile tuttuğum model yılanı kendisine gösterdim ve “Haydi kızım, geçmiş olsun.” dedim.
“Doktor Bey bana inanmıyorlardı” diyerek ağlamaya başladı. Dönüp hemen kocasına çıkıştı. Memnun ve mesut bir şekilde onları uğurladıktan sonra asistan arkadaşlarıma döndüm ve hocalarımızdan sıkça duyduğum bir sözü kendilerine hatırlattım: “Unutmayın arkadaşlar! Hastalık yok, hasta vardır…” dedim. Bu olay bende de güzel bir anı olarak kaldı.
Hekimliği diğer mesleklerden ayıran fark sizce nedir?
“Tanrının yeryüzündeki eli” diye nitelenen hekimlik dışında, bu onuru hak etmiş başka hiçbir meslek yoktur. Bu nedenle hekimlik kutsaldır. Çok büyük özveri isteyen bir yaşam biçimidir. Bir gönül işidir. Onu diğer mesleklerden ayıran özelliği de budur. İnsanın en değerli hazinesi olan sağlığına bir ömür boyu hizmet eder. Koruyucu hekimlik, tanı ve tedavi hekimliği ile beşikten mezara kadar sağlığın hizmetindedir. İnsan daha doğarken hayata hekim ile başlar. Bebeğin attığı ilk çığlık aslında hekime “bana yardım et” çağrısıdır ve o canlı ölünceye kadar da hekimin koruyuculuğundadır. Hekim için en büyük mutluluk sağlığına kavuşturduğun bir hastanın göz bebeklerindeki minnet dolu pırıltılardır. O ışıltının verdiği mutluluk paha biçilemez.
Nasıl iyi bir hekim olunur hocam?
Hekimliğin temelinde yatan insan sevgisidir. İnsanı karşılıksız sevmek, sevebilmektir. Dil, din, ırk, renk, cins ayırımı yapmadan tüm insanlığa hizmet eder. Aday öncelikle bu kulvarda yürümesini bilmelidir. İyi bir hekim, hastası ve hasta yakınları ile empati yapabilendir. Her davranışı hoşgörü ile karşılayabilen, hastasını ve sıkıntılı hasta yakınını her koşulda sabırla dinleyip, izleyip sorunlarını birlikte karşılayabilen bir yaklaşım içinde olmalıdır. Sığınacak bir liman aramakta olan hastasına kucak açabilmelidir. Sorunlarının çözümünde onun yanında, onun safında birlikte mücadele edeceği güvenini aşılayabilmelidir. İnsan sevgisi taşımayan biri hekim olamaz. Olmazsa olmaz olan bu temel ögenin dışında tabii ki çok çalışacak, devamlı okuyacak, literatürü izleyecek, yeniliklerden kopmayacak, güncel gelişmelerin uzağında ve dışında kalmayacak, bir ömür boyu mesleki açıdan gelişmesini sürdürmesi gerekecektir. Çok yıpratıcı ve dediğim gibi özveri isteyen bir meslektir hekimlik. Öğrencilerime aşılamaya çalıştığım öğretilerin başında doktor değil hekim olabilmelerini öneririm. Doktor olursunuz, o kolay. İktisat doktoru da olursunuz hukuk da, işletme de, tıp da. Ama hekim olabilmek için bir kısmını sıralamaya çalıştığım özellikleri taşımanız ve o erdemli çizgide yürümeniz gerekecektir.
Son zamanlarda sıkça yaşanan hasta doktor tartışmalarının sebebi sizce nedir?
Çok üzülüyorum. Bir hekime ya da sağlık hizmetlisine saldırabilmenin altında yatan patolojiyi aklım almıyor. İnanılır ve kabul edilebilir bir şey değil doktora saldırabilmek. O kutsal meslek sahibine kaldırılan eli onaylamak mümkün mü? Hiçbir haklılık taşımaz. Bir doktorun hangi koşullarda hangi sıkıntılarla hangi yoğunlukta çalıştığını, hizmet verdiğini bilmek ve ona saygı duymak gerekir. O, el kaldırılacak değil, eli öpülecek insandır çünkü.
Hocam, yeni bir meslek seçme hakkınız olsaydı yine hekimliği seçer miydiniz?
Bu sorunuza cevabım hiç kuşkusuz evet olacaktır. Bunca yıllık hekimlik yaşantımda sermayem ve servetim, aldığım dualarla kazandığım sevgi saygı olmuştur. Hep şükrederim Allah’a. Ülkemin neresine gidersem gideyim yetiştirdiğim on binlerce öğrenci, binlerce asistan ve uzmanlardan biri ya da birkaçını etrafımda görürüm. Bunun verdiği mutluluk hiçbir şeyle ölçülemez. Hiç ummadığım yerde ve zamanda, ummadığım bir ortamda birisi gelir beni kucaklar ve “Şu yıllarda öğrencinizdim, unutamadığım bir hocamdınız.” diyerek beni mutluluğun doruklarına çıkarır. O gurur ve verdiği keyifle duygulanır göz pınarlarımı ıslatabilirim. Mesleğime doyumsuz bir tutkuyla bağlandım ve yaşamımın her etabında bu duyguyu keyifle taşıdım.
Birçok hekimin mesleğinin ağır çalışma şartlarına rağmen güzel sanatların herhangi bir dalıyla yakından ilgili olduğunu görüyoruz, sizin de böyle uğraşlarınız var mı?
Türk Halk Müziği dinlemeyi, hatta zaman zaman yorumlamayı çok severim. Daha çok Orta Anadolu Türküleri favorimdir. Halk ozanlarımızın pek çoğu ile sıkı dostluklarımız olmuştur. Orta seviyede bağlama da çalarım. Bu alışkanlığım Erzurum Lisesi’nde başlamıştı. Lisenin korosunda bağlama çalan arkadaşlarımız arasında ben de vardım. Herhangi bir hocadan ders almadım. İlgim tamamen amatör olarak sürmekte. Zaman zaman hâlâ bunaldığım ya da yorulduğumu hissettiğim dönemlerde sazımı alır şöyle biraz dolaşırım. Erzurumlu olmam nedeniyle çocukluğum hatta gençliğim folklor ile iç içe geçmiştir. Türkiye Milli Talebe Federasyonu’nun folklor kolunda, Erzurum ekibinde öğrenciliğim süresince bar oynadım. Üniversite yıllarımda Uluslararası Üniversite Folklor Yarışmaları’nda birincilikler aldık. Hâlâ nerede bir davul zurna sesi duysam yerimde kıpırdanırım. Türk Folklor Kurumu’nun kuruluşunda yer alan ekipteydim. Bu güzide kurumla bağım, ilgim hâlâ devam etmekte.
Yeni doktor adaylarına tavsiyeleriniz nelerdir hocam?
Öğrencilerime “Evvela insanı seveceksiniz.” diyorum. “Zengin olmayı düşünmeyin, ezici, yorucu, meşakkatli bir mesleğin sizi beklediğini unutmayın ve ne kadar yorgun ne kadar sıkıntılı olursanız olun hastalarınıza daima gülümseyin. Daima pozitif enerji vermeye bakın. Görevinizi asla ihmal etmeyin.” diye öğütlüyorum. Babam Fatih Camii’nde musalla taşındaydı. O gün Hemşire Okulu’nda olan dersimi tamamlayarak cenazesine son anda yetişmiştim. Israrla dersimi devralmak isteyen arkadaşlarıma “Hayır!” demiştim. Çünkü o öğrenciler o gün beni bekliyorlardı ve benim asli görevim öncelikle o dersi anlatmaktı. Öğrencilerime “Mesleğimizin olmazsa olmazı etik değerlerinden asla taviz vermeyin.” diye tembihlerim. “Yemininizin gerektirdiği, olması gereken şeyleri yapmak zorundasınız.” derim. Dik durmalarını, vizyon sahibi olmalarını öğütlerim. Hekimlik çok okuma gerektiren bir meslek. Bıraktığınız zaman kopar ve gider. Devamlı takip edeceksiniz. Tıp bilimi hızla gelişiyor. Artık adım atmıyor uçuyor. Son 15-20 yılda eriştiği inanılmaz teknolojik gelişmeler artık servislerimizi ameliyathanelerimizi doldurmuş durumda. Çok çalışacak, çok okuyacak, yılmayacak, yorulmayacak, sınıf farkı ayırmadan her hastaya ömür boyu aynı sevgi ve şefkatle yaklaşacaksınız, hastanın her türlü kaprisini “hasta her zaman haklıdır” mantığıyla kabulleneceksiniz tavsiyelerinde bulunurum.
Tülay Taşdemir