Ege Denizi’nin kuzey sahilinde, Selanik ile Dedeağaç arasında bulunan Kavala, komşumuz Yunanistan’ın şirin bir liman şehri. Esasen bir Balkan İmparatorluğu olarak nitelendirilebilecek olan Osmanlı Devleti’nin Batı Trakya’daki en stratejik ve gözde merkezlerinden biri olan bu şehirde, Osmanlı’ya ait izler hâlâ canlılığını koruyor.
Kavala’ya gelir gelmez dikkatimizi çeken ilk mimari unsur, şehrin siluetine hâkim konumuyla tarihi su kemerleri oluyor. Kanuni Sultan Süleyman tarafından 1520-1566 yılları arasında yaptırıldığı bilinen ve kuzeydeki dağlardan şehrin merkezine su taşıyarak Kavala’ya hayat veren kemerler, tarihteki misyonunu bugün devam ettirmese de mimari estetiği ve ihtişamlı görünümüyle Osmanlı’nın bu şehirdeki sembolü gibi. Kanuni’nin damadı ve önce makbul sonra maktul sadrazamı Pargalı İbrahim Paşa’nın 1530’da kendi adına yaptırdığı cami de bizden bir iz olarak duruyor şehrin merkezinde. Lozan Antlaşması’ndan sonra kiliseye çevrilen ve Aziz Nikolai Kilisesi adını alan caminin minaresi de kısaltılarak çan kulesine dönüştürülmüş.
Pargalı İbrahim Paşa Camii’ni arkamızda bırakarak şehri kuşbakışı görebileceğimiz noktaya, Kavala’nın Ortaçağ’dan kalma kalesine doğru yokuş yukarı tırmanmaya başlıyoruz. O andan itibaren “Panagia” olarak anılan, tarihi dokunun büyük ölçüde korunduğu eski Kavala bölgesinde, her biri ayrı güzelliğe açılan parke taşlı daracık sokaklar, klasik Osmanlı mimarisini yansıtan ve eli böğründe diye tabir edilen cumbalı şirin evler, evlerin pencerelerini süsleyen rengârenk çiçekler, zamanda uzun bir yolculuğa çıkarıyor bizleri. Yolun sonunda ise görkemli Kavala Kalesi ile muhteşem bir manzara karşılıyor gelenleri.
Bizi kendine hayran bırakan Kavala’nın beyaz evlerine uzaktan bakıyoruz bu kez. Sahilden yemyeşil yamaçlara doğru kademeli bir düzenle yükselen bu evler, pırıl pırıl uzanan Ege Denizi’ni seyrediyor sanki. Bu manzara karşısında duyduğum hayranlık, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun meşhur dizelerini hatırlatıyor bana: “Mavi gezi bir ağaçtır/Dalları deniz/Mavi gezi bir bahçedir/Gülleri deniz…” Şair bu dizeleri Kavala’yı düşünerek söylemiş olmalı diyorum. Kale’den ayrılıp yolumuza devam ederken Balkanlar’da başka örnekleri de olan “Alaca” camilerden Halil Bey Camii ve hemen yanında yer alan medreseyi görünce duraklıyoruz bir an.
Kavala’nın en eski ve önemli eserlerinden biri olan ve 16. yüzyılın ortalarında inşa edildiği bilinen bu renkli caminin minaresi de yıkılmış ne yazık ki. Altında yer alan Bizans kilisesine ait kalıntıların görülebilmesi için tabanı camekânla kaplanan ve ibadete açık olmayan cami, bugün kültür merkezi olarak faaliyet gösteriyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun isyankâr Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa da Kavala’da doğmuş. Arnavut asıllı olduğu düşünülen ama Kavala ile özdeşleşen ve daha çok Sultan II. Mahmut’a karşı verdiği iktidar mücadelesiyle tanınan Mehmet Ali Paşa, “Kavalalı” lakabıyla bilinir ve öyle anılır. Mısır’ın modern tarihine damgasını vuran Paşa’nın, bugün müzeye dönüştürülen konağı da burada, şehrin en stratejik noktasında. Kavala’yı ziyaret eden turistlerin uğrak yeri olan konağın hemen önündeki meydanda, Mısır hükümetinin teşvikiyle yaptırılan Paşa’nın oldukça ihtişamlı görünen atlı bir heykeli de yer almakta.
Kaleden sahile doğru inmeden bir kahvehanede mola veriyoruz. Kavala’nın yüzyıllık fotoğrafları dikkatimizi çekiyor burada. Şehrin manzarası tüm canlılığı ve maviliğiyle dururken karşımızda, kahvehanenin duvarlarını süsleyen siyah beyaz fotoğraflar da zamanda yaptığımız yolculuğun yeni bir istasyonu oluyor adeta. Çok uzakmış gibi görünen geçmişle bugün arasında değişik duygular yaşamaya devam ettiğimiz bu kısacık molada, Yunanistan’ın geleneksel soğuk kahvesi olan frappe içiyor, yanında şehrin adıyla özdeşleşen meşhur bademli kurabiyelerden yemeyi de ihmal etmiyoruz.
Kahvehaneden ayrılıp limana doğru inerken Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın 1817’de on sekiz kubbeli; iki medrese, iki mescit ve bir düşkünler evi olarak inşa ettirdiği imareti de ziyaret ediyoruz. Tarihi öneminin yanında stratejik konumu nedeniyle de oldukça dikkat çeken imaret, yıllarca metruk halde kalmışsa da Mısır hükümeti tarafından satın alındıktan sonra restore edilmiş, bugün ise lüks bir butik otel olarak hizmet vermekte.
Akşamüstü rengârenk balıkçı tekneleri, palmiye ağaçları, kafe ve restoranların süslediği sahil boyunca yürüyoruz. Hafifçe esen rüzgârla birlikte bir yanda şehrin zirvesine kurulan Kavala Kalesi’nin ihtişamlı görüntüsü, diğer yanda ise uçsuz bucaksız uzanan Ege Denizi’nin dalga sesleri eşlik ediyor bize. Güneş yavaş yavaş alçalırken ufukta, Yunanistan’ın mavi şehri kızıla boyanıyor ve doğa en güzel resmini sergiliyor burada. Bu dakikalarda gökyüzüne hâkim olan kızıllık, karanlık çöktükçe yerini şehrin ışıklarına bırakıyor ve hareketli eğlence hayatı başlıyor Kavala’da. Bu eğlenceye biz de bir ölçüde dâhil oluyor ve sahildeki tavernaların birinde geleneksel Yunan müziği eşliğinde yemeğimizi yiyoruz.
Sadece tarihimizin izleri değil bizi bağlayan Kavala’ya. Devletlerarası çetrefilli politik meselelerin aksine, yüzyıllar boyunca birlikte yaşadığımız Yunan dostlarımızın gösterdiği misafirperverlik veya sokaklarda yürürken kulağımıza çalınan tanıdık ezgiler de gönül bağı kuruyor bu şehirle aramızda. Yakın tarihimizin en önemli ve dramatik nüfus hareketlerinden birini yaşayan bu coğrafyadaki mübadillerin, bugün artık geride kalmış da olsa bize çok tanıdık gelen ve hayatlarında derin izler bırakan acı anılarını hissediyor, ödenen bedelleri yeniden ve hüzünle hatırlıyoruz. Sessiz ve renkli sokaklarında tarihimizin izlerini adım adım takip ettiğimiz, tabiatının huzur veren güzelliğine hayran kaldığımız ve Ege’nin maviliğinde günbatımının muhteşem manzarasını seyre daldığımız Kavala’dan ayrılma vakti geliyor böylece. Balkan coğrafyasında gezip gördüğüm diğer şehirler gibi Kavala da Yahya Kemal’in; “Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene/ Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene” dizeleriyle ifadesini bulan özel bir dünyaya dâhil oluyor artık.
Yazar: Begüm Yavaş
Fotoğraflar: Bülent Katkak