İskoçya

İskoçya her haliyle şaşırtan bir ülke. Uçaktan inerken elinizde tuttuğunuz yağmurluğu tam da niye aldım ki diye sorgularken başlayan yağmur, otelden çıkamayacağınızı düşünürken yeniden yanıltır sizi. Yağmurun güneşle oynadığı bu sonsuz perdelik oyun esnasında ortaya çıkan ışık ve yansımalar ise İskoçya’nın büyüsüdür. Yüksek tepeleri, gölleri ve adaları üzerinde oluşan bir sahnede, size sürekli değişen bir dekor zenginliği sunar İskoçya. Çoğu zaman kale olur, manastır veya bir şato, koridorlarında efsanelerin gizlendiği. Tam da şaşkınlığınızı atıp alışmaya başladığınızda bu oyuna, Londra’ya doğru yola çıkmış bulursunuz kendinizi. Kafanızda ise hala cevaplanmamış onlarca soru!

İskoçya bir ülke midir? İngiltere’nin neresinde durur? Parası pulu ne işe yarar? Sınırları nerede biter? Niye milli takımı vardır? Bütün bu sorulara cevap bulmak oldukça zor. Çünkü İskoçya, tıpkı iklimi ve doğal yapısı gibi ‘çok girintili çıkıntılı’ özel bir statüye sahip. En iyisi, İskoçluların da yaptığı gibi sessiz ve tepkisiz kalmak, yüksek tepelerinin ıssızlığında kaybolmak. Başka türlü ne bizim bu yazıyı bitirmemiz mümkün, ne de sizin ardı arkası kesilmeyen sorularınıza cevap yetiştirmemiz! Eğer hala kaldı ise, Mel Gibson’un yönetip oynadığı “Brave Heart” (Cesur Yürek) filmini seyretmeniz, İskoç tarihi hakkında ne kadar bilgi verir bilemem ama en azından filmin çekildiği topraklar ve kaleler için iyi bir referans olabilir. Yine gişe rekorları kıran “Harry Potter” serilerinin de bu topraklarda çekildiğini söylersem, özellikle Fort William’dan başlayıp Inverness’e kadar uzanan, Glen More hendeğinde bulunan Loch Ness’in ve daha aşağılarda Loch Lomond’un nefes kesen güzelliğini yaşamış biri olarak, yönetmenlerin neden İskoçya’yı doğal bir plato olarak tercih ettiklerini daha iyi anlamış olursunuz. İskoçya 1707 yılından bu yana Büyük Britanya’nın bir parçası konumunda. Ne var ki, gerek ırk, gerek dil ve gerekse de kültür olarak İngiltere’den ve İngilizlerden tamamen farklı bir ülke. Sadece tarihleri birlikte anılabilir ki o da sürekli olarak birbirleriyle savaşmış, kanlı bir tarihe sahip olmalarından kaynaklanır.

O kadar farklıdırlar ki, bugün ortak kullandıkları İngilizcede bile kimi kelimeleri farklı yazar, farklı telaffuz ederler. Mesela İngilizce ‘göl’ kelimesinin karşılığı olan ‘lake’ İskoçya’da ‘loch’dur. Aksanları, bizdeki ‘Karadeniz’ aksanına benzer ve çoğu zaman ne konuştuklarını İngilizce anlamak özellikle bir yabancı için maharet ister. Ama İskoçya’ya benim gibi Karadenizli dostlarla gidenler için bu sorun asgariye indirilmiş olur! Tabi bu ‘Karadeniz’ bağlantısı kurulduktan sonra hemen akla tulum ile gayda gelecektir doğal olarak. Bir müzik eksperti olmadığımız için ikisi arasında ne eksik ne fazla bir şey söylemek konumunda değiliz. Ama gaydasına üfleyen İskoç’u dinlerken, bir an kendinizi Karadeniz yaylalarında hissedebilirsiniz.

Bizce en belirgin fark, gaydaya üfleyenin genelde ekose eteklikli olması. Gaydalar, halkı toplantılara, savaşlara ve yas tutmalara çağıran İskoç geleneksel müziğinin simgesel ifadesidir. Bu ifadenin kıyafeti de ‘tartan’ adı verilen kareli ve yünlü İskoç kumaşı ile ‘kilt’ olarak adlandırılan İskoç erkeklerinin giydiği etekliktir. Bu ekose kumaşlar, yüzyıllardır İskoçlar tarafından giyilmekte, hatta her kabilenin ve bölgenin farklı şekillerde ve uzunluklarda eteklikleri bulunmaktaydı. Aynı zamanda gece battaniye olarak da kullanılan bu etekliklere olan duygusal bağı ortadan kaldırmak için. Bir ara yasadışı ilan edildiyse de bu yasak daha sonra kaldırıldı ve hatta 19. Yüzyılda moda haline geldi.

İngiltere ile İskoçya arasındaki en belirgin farklılıklardan birisi de coğrafi yapısında görülür. İskoçya sınırlarına kadar İngiltere topraklarında neredeyse dağ yoktur denilebilir. Yeşil tepelerle kaplı düz bir araziye sahip İngiltere’den İskoçya’ya girer girmez, yüzey hemen yükselişe geçer. ‘Highlands’ Yüksek Topraklar olarak anılan İskoçya’nın kuzeyi, yükseltileri 800 metrenin üstünde olan engebeli ve verimsiz bir arazidir. Britanya’nın en yüksek tepesi olan Glen More, 1341 metre yüksekliği ile burada bulunur. Yüksek Topraklar’ın ıssızlığını, kış aylarında bile eksik olmayan turistler giderir. Sürekli değişen renkler ve yansımalarla, buzul kökenli göllerin ve volkanik akıntıların etkilediği yüzey şekilleri burada şaşırtıcı bir sertlik ve belirginlik gösterir.

Doğuda daha çok kütlesel olan kıyılar, Batıda son derece girintili çıkıntılıdır ve bu kesimde aralarında Skye Adası ile Hebrides Adalarının da bulunduğu çok sayıda ada ve yarımada birbiri ardı sıra dizilir. Bu coğrafi yapı, İskoçya’nın nüfusunu da tarih boyu etkilemiştir. Sutherland gibi kimi bölgelerde bugün kilometrekareye sadece 2 kişi düşmektedir. Bunun bir başka nedeni ise, büyük toprak sahiplerinin köylüleri yöreden çıkartarak on binlerce hektarlık alanları hayvancılık ve avcılığa ayırmalarından da kaynaklanır. İnsanlardan boşalan ve tarıma elverişli olmayan bu topraklarda binlerce koyun ve büyükbaş hayvan, kendi hallerine bırakılırlar. İrlanda ile birlikte Avrupa’nın belli başlı büyükbaş hayvan üretim merkezi olan İskoçya’da işler ‘deli dana’ hastalığının ortaya çıkmasından bu yana iyi gitmiyorsa da bu durumdan danaların hiç şikâyetçi olmadıkları anlaşılıyor! Hemen burada, golf sporunun anavatanının da İskoçya olduğunu belirtmekte fayda var, meraklısına! Muhtemelen büyük toprak sahiplerinin icat ettiği bir oyun olsa gerek!

Yaklaşık 5 milyon nüfuslu İskoçya’da yoğunluk, ‘Yüksek Topraklar’ın tersine, ‘Alçak Topraklar’dadır. Başkent Edinburgh ve başlıca sanayi şehri Glasgow’da bu bölgede bulunurlar. Glasgow’un sıkıcı ve metal imajına karşılık Edinburgh, volkanik kayalar üzerinde bir anıt gibi karşılar sizi. Aslında bu anıt, İskoçya’nın milli sembolü konumundaki Edinburgh Kalesi’dir. Şehrin tam orta yerinde yükselen bir kaya kütlesinin üzerinde kurulu bu devasa kale, sadece Edinburgh şehrini değil, bütün İskoçya’yı temsil eder.

Avrupa’nın hiçbir kentinde görmediğim, tüm şehre hâkim bu kale, bana hemen Halep Kalesi’ni çağrıştırdı. 3000 yıllık tarihinde, Edinburgh halkının sığınağı olan bu kale, özellikle de İngiliz işgalcilerine karşı mücadele vermiş, yabancılara direnmiş ama kayıtlara göre her yıl kendisini ziyaret etmekte olan yaklaşık 1.000.000 turiste karşı koyamamaktadır!

Burada görülmeye değer yerlerin başında büyük kuşatma topu (İstanbul’un Fethi’nden sonra 1457’de dökülmüştür.) ile İskoç krallarının ve kraliçelerinin tören eşyaları olan kılıç, asa ve taçlarının sergilendiği taç odası, üzerinde taç giyilen ‘Kader Taşı’ ve İskoç Ulusal Savaş Anıtı gelir. Bu anıtın içerisinde ise savaşlarda ölen tüm askerlerin tek tek isimlerinin bulunduğu defterler cephe cephe sergilenmektedir. Çanakkale’de ölen İskoç askerleri de unutulmamış ve burada kayıtlı durmaktadır. Edinburgh’u tanımaya çıkmadan önce mutlaka bu kaleye çıkmanız ve şehri buradan görmeniz gerekir. Tüm şehre hâkim bu noktadan, gidilecek her yer önünüzde açılmış bir harita gibi durur. Bundan sonra kaleden aşağı iner ve eski kentin sokaklarında Orta Çağ’ı yaşarsınız. Çünkü bu şehir, Avrupa’nın en eski binalarının hala kullanılması ile ünlüdür. Ama aynı zamanda Edinburgh’un ‘yeni kenti’ de Avrupa’nın en geniş ve en derli toplu kent görünümündedir.

Eski ve yeni haliyle asil ve güvenli bir kent Edinburgh. Ve Glasgow’un daha modern ve İngiliz görünümüne karşın her haliyle farklı ve İskoçyalı bir şehir. Uluslararası Müzik ve Tiyatro Festivali gibi dünyanın en büyük sanat ve kültür festivallerine ev sahipliği yapan Edinburgh, özellikle ağustos sonu ve eylül başında hem en güzel mevsimini hem de en renkli ve heyecanlı dönemini yaşar.

İskoçya’ya giderken hemen her şeye hazırlıklı olun! Ness Gölü’nün sevimli canavarından, gölün hırçın sularında yapacağınız yolculukta giyeceğiniz yağmurluğa kadar! Geminin güvertesinde ayakta durabilmek için verdiğiniz savaştan, sırılsıklam olarak çıktıktan sonra karşılaşacağınız nefes kesen manzara; İskoçya’dır. Tıpkı güneşle bulutun dağlar üzerindeki oyunu gibi her an sürprizlerle dolu ziyaretçilerini beklemektedir.

Yazı : Mustafa Aksay

Fotoğraf: Bülent Katkak


Blog Kategorilerimiz

Turing Kültür Sanat YouTube Kanalı

Turing Kültür Sanat YouTube Kanalı
crosschevron-down