İnanır mısınız bizim için Türkiye’den bir yazı konusu seçmek, yurt dışından seçmekten daha zor. Öyle herkesin kolaylıkla gidebileceği, her tarafta okunabilecek bir mekânı ele almak hiç cazip gelmiyor. Onun için Bahçesaray’dan memleketin en zor gidilen yerinden başlayıp Van’ı, Ağrı’yı yazdık. Madem öyle başladık haydi size bir Güneydoğu yazısı daha. Hem de her şey içinde “all inclusive” yazı. Ağustosun 40 derecelik sıcağında bir Diyarbakır- Mardin yazısı…
Diyarbakır Havaalanı’nın gece uçuşlarından sabıkası var ya, onun için sabahın ilk uçağıyla inmekte fayda var dedik ve erkenden yola koyulduk. Askeri hava alanı şehrin biraz dışında. Az ötede emniyet müdür Gaffar Okan’ın vurulduğu yer. Şehirde ilk fark edilen ‘Devlet’in açıkça görülen mevcudiyeti. Devlet önde, halk biraz daha geride, yani anlayacağınız “Devlet’e biraz mesafeli duruyor. Bu duruş, belki de bizim en çok ilgilendiğimiz noktası oldu bu seyahatin. Ben zaten klasik bir Türk erkeği olarak kolay kolay yol sormam. “Çünkü “kolay kolay yoldan çıkmam.” Sormak zorunda kalsam da insanları rahatsız etmekten çekinirim, ezile büzüle yanaşırım. Hâlbuki Diyarbakır’da, Mardin’de, çevre illerde insanlara bir şey sormaya görün. “Hele gurban gözüm üstüne, buyur!” diye saygıyla ayağa fırlıyor, can-ı gönülden hem gönül dilini hem beden dilini bütün güzelliğiyle kullanarak size yardımcı olmaya çalışıyorlar. Siz onun ana dilinin yabancı olduğuna hiç bakmıyorsunuz bile! O da size yabancı gibi davranmıyor. Sanki şehre değil de ona misafir gelmişsiniz. Diyarbakır çarşısında, kahvaltıcı dükkanı sorduğumuz amcadan, Mardin Birinci Cadde’de taş konakları sorduğumuz fotoğrafçıya kadar aman ne ilgi, ne “Hüsn-ü kabul”. Öyle ayaküstü tarif edip, hemen de bırakmıyorlar “Hele otur gardaş” deyip ikram bile yapıyorlar.
Sevgili Bülent Katkak konuyu çok güzel özetledi; önce yemek, karnınız toksa içecek ikram ediyorlar, onu da istemezseniz. “Hiç olmazsa bir telefon et!” deyip telefonu veriyorlar. Bu tabii işin esprisi, ama biz olayı sosyo-psikolojik olarak ele aldık. Daha önceki yıllarda yaptığımız doğu gezilerinden biliyoruz; bölge halkı yabancıyla temas kurmaktan çekinir, tedirgin olur, devletin askeri polisi de gittiğiniz yerde peşinizi bırakmazdı. Şimdiki durum iyiye işaret, halk bir kere kendisine bir şey sorulmasından hoşlanıyor. Herhalde şimdiye kadar adam yerine konmamasından kale alınmamasından çok çekmiş olsa gerek, onu muhatap alıp, bir şey sorduğunuz zaman en azından adam yerine konmak, bilgisine danışılmak sonra da bir misafire yardımcı olmak hoşuna gidiyor. Boşta geziyor. Boş işler peşinde geziyor. Sizin anlayacağınız bir boşluğa düşmüş, hiç olmazsa size bir yol tarif edip, bir tavsiyede bulunup, bir işe yaramak istiyor.
Kısa bir sürelik de olsa sizinle tanışmak, birazcık sohbet etmek, onun hayatını renklendiriyor. Ayrıca bunu yakınlarına anlatmaktan hoşlanıyor. Bir de nedense Güneydoğu’da özellikle gençler insana “hocam” diye hitap ediyor. Ben önceleri pek uyanamadım. Hüsn-ü kuruntuyla havalara girip, yirmi yıllık üniversite hocası olarak bölgede bayağı tanınıyoruz zannettim. Sonra bunun ağız alışkanlığı olduğunu fark edince doğrusu bozuldum. Evet! İşte böyle Diyarbakır sokaklarında, çarşılarında dolaşıp, sabahın erken saatinde iki gariban olarak bir kahvaltıcı dükkânı bulduk. Amacımız Van’ın kahvaltılarıyla mukayese yapmak. Ama doğrusu Van’ınkiler bir numara! Yalnız Diyarbakır’da ilave olarak kahvaltıda koca karpuz geliyor. Bölgenin alamet-i farikası olan karpuz. Hani Dicle kıyısında güvercin gübresiyle büyütülüp 30 – 40 kiloya ulaşan dev karpuzlar var ya! Onun da sebebini sosyolojik olarak çözdük. Adamlarda çoluk çocuk fazla. Biz İstanbul’da küçük bir karpuzu günlerce yiyip zor bitiriyoruz. Onlar cümbür cemaat bir oturuşta kocaman karpuzu götürüveriyorlar. Karnımızı doyurduktan sonra ha bir dakka!
Kahvaltıdan sonra karpuzdan önce bir de şu ciğer kebap işinden bahsetmemiz lazım. Bizim Bülent Katkak acayip kolesterol hesaplar. Sanki gıda mühendisi mübarek! Bırakın bizim gibi göbeği, gram fazlası yoktur. Biz ise olmuşuz ağır sıklet. Bel göbeği taşımaktan aciz. Buna rağmen üstadı ikna edip de sabahın o hayırlı saatinde ‘ceğer kebabı’nı bir türlü yiyemedik. Kedilerle beraber uzaktan bakıştık. Hiç olmazsa fotoğraf çektirmek için sofraya bir şiş getirelim diye ne diller döküp, manevralara giriştik. Nafile üstadı razı edemedik. En sonunda insafa geldi ama o zamana kadar da kebaplar bitmişti. Onun için benden tavsiye kolesterol kaç olursa olsun Güneydoğu’ya giden, önce sabah kahvaltıda ciğeri yesin arkadaş! Yenen ciğerin her zaman kolesterolü düşürebilir ama yenemeyen ciğerin pişmanlık ateşi hiç düşmez, ciğerinizi dağlar durur.
Bülent Katkak’ın ikinci darbesi bakırcılar çarşısında oldu. Önce tarihi Hasan Paşa Çarşısı’ndan başlayıp antikalara, sonra yeni dövme bakırlara ilgi gösterip, hiç olmazsa bakır yumurta sahanı alalım şu çarşıdan dedikçe önce “ Ya hocam bunların en iyisi Mardin’de. Bırak Diyarbakır’dan almayı, boşuna taşımayalım, Mardin’den alırsın.” Dedi. Sonra Mardin’de, bir ara punduna getirip, daha ben arayışa girmeden bakır kapların kalayının insanı nasıl zehirlediğini bir kimyager edasıyla uzun uzun anlattı. Demek ki bu geziden çıkarılacak en önemli ders: “Sabah mutlaka kahvaltıda ‘ciğer kebabı’ yenecek ve mutlaka çarşılardan dövme bakır toplanacak.”
Tam şu güzel memleketten en ufak bir hatıra almadan eli boş dönüyoruz diye hayıflanırken, Allah’tan Deniz Usta’nın yaptığı, gümüş başlıklı bir oltu taşı tespihi, kaşla göz arasında alıverdim. Diyarbakır’da çok teşbihçi var. Onun da izahı gayet kolay, millet boş, şimdiye kadar neler çekmiş neler…
Şimdi de “Ya sabır” çekiyor. Ha tabii bir de çekiyor ‘Duhan’ı, siz buna “Duman” da diyebilirsiniz. Malum eski dilde duhan "tütün" demek. Çarşıda tezgâhlarda öbek öbek kehribar gibi açık sarmalık kaçak tütünler… Adıyaman, Lice, Muş, Hazro tütünü… vs. Diyarbakır’ın görülmezse olmaz eser ‘Ulu Camii’dir.
Birçok şehirde bulunan Siirt, Bitlis, Halep, Mardin gibi şehrin en önemli eseri. Diyarbakır’ın surlarını zaten bilirsiniz de, sur dibinde Sarı Saltuk Baba’nın cami ve türbesi olduğundan haberiniz var mı?
Diyarbakır’dan Mardin’e öyle hemen doğrudan hemen geçmeyin… Önce bir ilçesine uğrayın, mesela Mazıdağı mı olur, Savur mu? Kızıltepe mi, Nusaybin mi bilmem. Ama hep üzüm zamanı son yıllarda meşhur olmaya başlayan Süryani köylerine yahut da kirazıyla meşhur ‘Yeşilli’ye uğrayın. Arada Sultan Şehmuz Türbesi’ne, mahalli tabirle ziyarete de gidebilirsiniz.
Adıyaman’da Vakkas, Abuzer; Diyarbakır’da Şehmuz isimleri çok, işte bu ziyaretlerden dolayı. Bir de yolda, arabada mutlaka mahalli sanatçıların türkü kasetleri çalacak. Mesele “Diyarbakır etrafında bağlar var”. ‘Fırat Türküsü’, ‘Maden dağı dumandır’, “Dağlar dağımdır benim”, “Gören ağlattı beni” gibi türkülerden sonra “Diyarbakır bu mudur?”, “Mardin kapı şen olur” diye tutturup, Mardin’e öyle gidilecek. Mardin’e girildiği andan itibaren de Kermo-Zeyd’in adı dillerden düşmeyecek. Bizim yıllardan beri klasik Türk müziğimizin has evladı diye bildiğimiz, Nurettin Çelik’in bile “serhanende” unvanını canı gönülden tevcih ettiği Bülent Katkak, ne zaman bölgeye gelsek başımıza türkücü kesilir.
Yıllar önce bir Kermo-Zeyd öğrenmiş, bölgede acayip hava yapıyor. Biz de bön bön bakıyoruz. Bu ‘Kermo-Zeyd’ mahalli adıyla gerçek adı Abdülkerim Zeyd Ulu Cami’nin müezziniymiş, sesi pek güzelmiş, bir rivayete göre keman da çalarmış. Hem mevlit okur, hem gazel atar hem de ağıt söylermiş. İşte onun için iptidai bazı kayıtları elden ele dolaşıp çoğaltılmış. Bu kasetlerin takımı bir tek bizim Bülent Katkak’ta var. Meşhur Mardinli Cavit Kavak bile ondan almış, ben pek müptela olduğumu söyleyemesem de mahalli havasıyla, yani amii Arapçayla okuyuşu pek de fena değil. Her kasette bir tane teberrüken Türkçe şarkı da okuyor. Bizimkinde “ Şu sevda ne tatlı yalan” şarkısı çıktı şansımıza. Arapça şarkılar ise tam bir muamma. Antep’le Şam arasında bütün mahalli Arapça lehçelerini bilen Yusuf Halef dostumuz bile ne söylediğini pek çıkaramıyor ‘Kermo-Zeyd’in. ‘Kermo-Zeyd’den sonra şimdi bir de Mardin’de ‘Fikri Şebo’ var. O da yeni moda. Onun da kasetini aldık. Allah ömür verir de bundan kırk sene sonra bir daha Mardin’e gidersem, bu sefer de ben hava atıp, “Fikri Şebo”yu bildiğimi söyleyeceğim inşallah! Çünkü bölge halkı sizin onlarla bazı şeyleri paylaştığınızı görünce çok mutlu oluyor.
Mardin’de tabii önce uzaktan şöyle bir kalelere bakılacak, malum Mardin kaleler şehri. Yani kelime anlamıyla “Mardin” kaleler demek. Evvela yukarıta taze kuvvet yorulmadan İsa Bey’e yani Zincirli Medrese’ye çıkılacak. Oradan aşağıdaki Mezopotamya Ovası temaşa edilecek sonra Kasımiye Külliyesi’ne inilecek. Taç Kapısı’na hayran hayran bakılacak. Sel sebilli eyvanında oturulup, su sesi dinlenecek. Çıkarken dut ağacının gölgesinde turist bekleyen çocuklara bahşiş dağıtılacak. Şimdi gelelim esas yemek konusuna. Bu sefer kahvaltı falan değil. Ya adam zaten, yazının yarısında yemekten bahsetti falan sakın demeyin! Bu yazının hüsn-ü hatimesi şimdi geliyor. Mardin birinci caddesinde meşhur Cercis Murat Konağı var. Hani o güzelim ince ustalık kokan taş konaklardan, yalnız bu konak, öyle hane yahut iş yeri olarak kullanılmıyor. Bir lokanta, peki lokanta iş yeri değil mi? Yok değil! Çünkü burasının adı “Mutfak Atelyesi”. Burada yemek değil, Doğu’nun mistik tatları yeniyor. O da eksik öyle hemen yenmiyor. Önce öyküleri dinleniyor. Hele biraz doğu kültüründen uzak, batılı bir turist yahut gizemli mistik Doğu’ya meraklı levantensiniz, yemekleri yemeyin de yanında yatın!
İş yemek yemekten çıkıyor sosyolojik, mitolojik bir seminere dönüşüp, sonra da ritüelleşiyor sanki. Cercis Murat Konağı’nda yemekle taamla kifaf-ü nefs etmiyorsunuz. Resmen “gastronomi” tahsil ediyorsunuz. Başöğretmen de Ebru Hanım. Mardin doğumlu, İstanbul’da büyüyüp okumuş bir turist rehberiymiş. Mardin’e yine memleketine bir turist grubu getirmiş. Turistler bölgeye özgün yemekler bulamayınca, bu arayışa o da katılmış ve Cercis Murat Konağı’nı yeni baştan restore edip, geleneksel Mardin mutfağını uygulamaya başlamış. Hem de ne uygulama!
Bir bakıyorsunuz, siyahlar giymiş açılışlarda, kokteyllerde misafir karşılayan bir patroniçe, bir bakıyorsunuz başı kapalı mutfak atölyesinde turistlere yemek dersi veriyor. Hem, eli maharetli hanımın hem de ağzından bal akıyor. Bıcır bıcır maşallah. Lafın gelişi ağzından bal akıyor dedik. Konunun muhtevasına uygun olarak yenibahar, kişniş, zencefil, karabiber, mahlep, tarçın vs. diye konuşunca ağzından baharat akıyor. İşini seven işinin aşığı bir hanım Ebru Demir. Ben oldum olası mutfakta daha doğrusu açık söyleyeyim. Bütün hayatta yeniliklere karşıyımdır. Klasikten şaşmam. Hayat tecrübesine değer veririm.
Eski adamım vesselam… Eski yemekleri, bildiğim tatları severim ve her gittiğim yerde onları isterim. Ama bu sefer atmosfer mi, Ebru Hanım mı bizi büyüledi anlayamadık. Kendimiz hiç tercihte bulunmadan, O’nun re’sen vereceği kararlara razı olduk. Ben yine de laf arasında eveleyip geveleyip Mardin’de düğün yemekleri nasıl olur? Mesela şöyle bir ağır misafir gelse ne ikram ederler gibi ağız yaptım ama “misafir ev sahibinin kölesidir, nihai söz onundur” dedik, boyun eğdik. Ev sahibemiz Ebru Hanım’ın masayı kendince donatmasına razı olduk. Önce “ Bu havada çorba içilmez, sesinizi çıkartmayıb.” şeklinde konuşup, bizim ‘soğanlı yoğurt çorbası’na kan doğrardı, set çekti. Sonra ‘sembusek’ yani ‘kapalı lahmacun’ da iştahımızı kesmesin deyip, onu da atladı, ‘nar salatası’yla başladı. Yanında ikbeybet ‘haşlanmış içli köfte’ sonra kıtel raha ‘Süryani köftesi’, ‘tarçınlı mahlepli kuzulu pilav”, “kaburga dolması” ve evet evet bir daha elluciyye “erik yahnisi”, vel hasıl kelam demeden ve dahi deyip, “kafari salatası”, “narlı ceviz salatası” yedirip, sonunda da kendi elleriyle tazecik birer “zencefilli limonata” ikram etti. Bu kadar sıcakta o kadar yemeği nasıl yediniz? diye sorarsanız “helalinden olunca Allah bir kolaylığımı veriyor”. Bunun dışında ‘firik salatası’, ‘humus’, ‘muhammara’, ‘yumurtalı patlıcan salatası’, ‘biber yoğurtlama’, ‘yuvarlama’, ‘kuru domates salatası’, bello ‘mercimek köftesi’, ‘tarçın fava’ gibi spezialitelerini de zikretti.
Bu kadar nefis yemekten sonra hemen yanı başında Ulu Camii’ye inip, şadırvanda abdest tazeleyip, o güzeller güzeli tarihi taş minareye doğru dönüp, ‘Elhamdülillah’ zikrini o sabah Diyarbakır’dan aldığım oltu taşı gümüş kamçılı teşbihle yapmak var ya gerisi yalan. Artık akşam dönerken Diyarbakır’da meşhur kadayıfçı Sami’den burma kadayıf yemesek de olur.
Yazar: A. Haluk Dursun
Fotoğraf: Bülent Katkak