Dergimizin bu sayısında uzun yıllar hâkimlik mesleğini başarı ile yapmış ve Kurumumuzun 07.10.2009 - 10.05.2011 yılları arasında yönetim kurulu üyesi olan kıymetli üyemiz Sayın İzzet Doğan ile yaptığımız sohbeti siz değerli okuyucularımızla paylaşmanın sevincini yaşıyoruz.
Sizi tanımamız için kendinizden söz eder misiniz?
Şanlıurfa’nın Hüseyin Paşa Mahallesinde doğmuşum. Ailem çiftçilik yapardı, 7 kardeşiz. Doğduğum ev çevremizde “büyük ev” adıyla tanınırdı. Ben 4 yaşlarındayken bu evden ayrılmışız. Ancak ailemizin diğer fertleri orada yaşamaya devam ettiği için bu büyük evle bağımız hiç kesilmemişti. Haremi, selamlığı, eyvanı, çardakları, yazlığı, kuyusu, ahırları olan kocaman bir evdi. Haremle selamlık arasında yüksek bir duvar, duvarın ortasında da bir dönme dolap vardı. Haremde yapılan ikramlar, selamlık kısmındaki erkek konuklara bu dolap aracılığı ile iletilirdi. Çocukluğumuzda bu dolap bizim de bir nevi oyun alanımızdı. Büyük evin avlusunda çorapların içine doldurduğumuz bezlerle çaput top yapıp oynamak en büyük eğlencemizdi. Evimizin çardaklarında güvercinler, bir de onları kovalayan kediler eksik olmazdı. Bazen tanıdıklarımızın düğünleri de burada yapılırdı. Urfalıların sesleri güzeldir, türküler okunur hoyratlar söylenirdi, o düğünleri şimdilerde özlemle anımsıyorum. Güz mevsimi geldiğinde hummalı bir çalışma başlardı. Pestil, çekçek ve cevizli sucuk yapmak için kaynatılan üzüm suları temiz çarşaflara dökülerek güneşte kurutulurdu. Ayrıca salça ve isot yapılırdı. Kışlık peynir de baharda küplere doldurulurdu. İmece olarak yapılan bu işler bir seremoni halinde birbirini takip ederdi. Biz küçüklere düşen en büyük görev ise bu meşakkatli lezzetlerin güvenliğini sağlamaktı.
Öğrenim hayatınızdan bahsedebilir misiniz?
İlk, orta ve lise öğrenimimi Urfa’da tamamladım. Başarılı bir öğrenciydim. İçe kapanık bir yapım vardı, bu yüzden en yakın arkadaşım kitaplardı. Okuduğum kitapların adeta içinde kaybolur, saatlerin nasıl geçtiğini anlayamazdım. Yepyeni insanlar, yeni olaylar, yeni bilgiler… Okuma alışkanlığım yaşamanın, görmenin ve öğrenmenin yanında kendimi ifade etmemde, hayata bakış açımın şekillenmesinde ve kararlarımın daha sağlıklı bir zemin üzerine oturmasında çok etkili olmuştur. Öyle bir duygu ki kaç yaşımızda olursak olalım o sayfaların arasında kaybolup, yeni dünyaların kapılarını aralamak istiyor insan. Liseden sonra üniversiteyi İstanbul’da okumak istiyordum. İstanbul’u ilk kez izlediğim filmlerde görmüştüm. Tabi denizi de… Lisedeyken Kandilli Kız Lisesinden öğrencilerle karşılıklı kitap alışverişi yapıyor, yaşadığımız şehri anlatan yazılar yazıyorduk. Ben de Urfa’yı tanıtmıştım bir yazımda. İstanbul’da okuyan öğrenci ise bana Boğaz’ın kartpostalını göndermişti. O fotoğraf bugün hala zihnimde. Mavi-lacivert ışıkların altında tüm ihtişamıyla boğazın eşsiz güzelliği…
O resim hiç çıkmadı aklımdan, hep açıp bakardım ve ben İstanbul’da okuyacağım derdim. Nihayetinde İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesini kazanmıştım. Üniversiteyi kazandığımda ailem de Ankara’ya taşınmak zorunda kalmıştı.
Fakülte yıllarım oldukça zorlu geçti. Ailemden ilk kez ayrılmış, İstanbul’a gelmiştim. Denizden çıkmış balık gibi İstanbul’da yapayalnızdım. Zamanla her şeye alışıyor insan, ben de bu büyük şehre gün geçtikçe daha da alışmıştım. En büyük zevkim ise sahafları gezmek olmuştu.
Hukuk Fakültesinde okumaya nasıl karar verdiniz?
Dedemin zamanından kalma çok değerli arazilerimiz varmış, dedem ölünce haksız yere arazilerimize el konulmuş. Duyduğum, yaşadığım bu olaylar nedeniyle içimde çocukluğumdan beri haksızlığa karşı hak, adalet arama duyguları vardı. Yaşadıklarımın da etkisiyle Hukuk Fakültesini tercih ettim.
Hukuk Fakültesinde okumak zor muydu?
Bizim zamanımızda hukukta okumak çok zordu. Üniversitede okuma odaları vardı ve gece 12’ye kadar açıktı. Okuma odalarında çok sıkıntılar çıkardı, biz o zaman Yenikapı’ya giderdik. Yenikapı’daki sahilde kahve gibi yerlerde başkaları çay, kahve içer; dondurma pasta yerken biz ders çalışırdık. Türkiye’nin, belki de Avrupa’nın en büyük amfisinde sabah 2000 kişi, öğleden sonra 2000 kişi derse girerdik. Çok kalabalık olduğu için sınıfımız sabah ve öğleden sonra tek ve çift numaralara göre iki ayrı gruba ayrılmıştı. Genel olarak ders kitabımız yoktu, derste anlatılanları not olarak yazardık. Hocaların yayınları daha çok fasikül şeklinde olurdu. Biz de onları fotokopi çektirir, sene sonunda da bütün notlarımızı ciltlettirirdik. Şimdiki gibi bilgiye ulaşmak ya da bilgiyi muhafaza etmek de kolay değildi.
Bir davanın çözümü için içtihat veya bilgiye ulaşmak istediğimizde dergi ve kitaplarımızı günlerce tarardık. Bu bize çok şey katardı. Çünkü aradığımız konuyu araştırırken farklı konular hakkında da bilgi edinirdik. Bir ara İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesine bağlı Adalet Yüksek Okulunda ders verdim. Öğrenciler bir konu araştırırken ellerindeki telefonlarla anında aradıkları konularla ilgili tüm yayınlara ulaşabiliyorlar. Sorsak hangi nesil daha şanslı diye, eminim kendilerinin şanslı olduğunu söylerler. Zamanın su gibi harcandığı bir dönemde söylenenler bir bakıma doğru olabilir, ama ben yine de emek verilen, uğruna zaman harcanan bilginin her zaman akılda daha kalıcı olduğunu savunanlardanım.
Nihayetinde 1956 yılında Karadeniz kıyısındaki bu maden kentinden taşralı öğrenci olarak Güzel Sanatlar Akademisi Yüksek Mimarlık Bölümüne geldim ve 1961 yılında mezun oldum. Gurbet nöbetini bitirip, doğrusu hemen Zonguldak’a dönemedim. Çünkü Akademide adeta kardeş olduğum sınıf arkadaşım Özcan Altaban ile birlikte geleceğe dönük Akademide asistan olmayı hayal ediyorduk. Bu düşüncelerle, açılacak sınavı bekliyor, Akademiden ayrılamıyorduk. Zamanımızın çoğu orada geçiyordu. Bu beklentideyken bir gün rahmetli bölüm başkanımız Prof. Utarit İzgi Hoca bizi, İstanbul Belediyesi Metropoliten Planlama Birimi Başkanı Turgut Cansever’e gönderdi. O dönem mimarlık okullarından mezun, başarılı mimarlar arıyormuş. Bizi kabul etti, “ anblok” denilen geçici bir kadroda, Saraçhanebaşı’nda günümüz belediye sarayında, Turgut Bey ile çalışmaya başladık. Bu güzel çalışma ortamı, tanıdığım uzman kişiler beni şehirciliğe daha çok heveslendirdi. Belediyede çalışırken bir taraftan da çiçeği burnunda mimarlar olarak heyecanla ve enerjimizle mesaimiz biter bitmez, Prof. Muammer Onat Hoca’nın Beyoğlu’ndaki bürosuna gidiyor, mimari proje yarışmalarına hazırlanıyorduk.
Bir hâkimin gözüyle hâkimlik mesleğini anlatabilir misiniz?
Hâkim, mahkemelerde çalışan ve hukuk kuralları çerçevesinde kalarak, yasalara, örf ve adetlere ve vicdanlarına göre karar alınmasını sağlayan kişidir. Hâkimler, bireylerin devlet ya da yine bireylerle yaşadığı anlaşmazlıkları çözüme kavuşturur. Hâkimin önünde her zaman karmakarışık renk renk iplerden oluşmuş bir yumak bulunur. Hâkim bu yumağı çözmek ve gereğinde adil ve eşit olarak yani hakseverlik kurallarına uyarak dağıtmak, insan haklarına saygılı olmak zorundadır. Hâkimlik çok çalışmak, özverili olmak, okumak, maddi ve manevi varlığını geliştirmek, toplumun sorunlarından kopmadan, toplumla mesafeyi korumak demektir. “Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye”nin “Fasl-ı Evvel” bölümü madde 1792’ye göre, “Hâkim, hakîm, fehim, müstakim ve emin, mekin, metin olmalıdır.” Bu kurallar bugün için de geçerlidir. Açıklamam gerekirse: “Hâkim”olmak, her şeyde üstün ve tedbirli olmaktır. Kendisine hakîm olamayan hâkim, hâkim olamaz. “Fehim” olmak, hâkimin anlayışlı ve zeki olmasıdır. Olayları çabuk kavrar. Hâkim, toplumu oluşturan herkesten farklı düşünür. İnsanlara karşı anlayışlı davranmak zorundadır. Olayları değerlendirmeleri farklı olabilir. Uluslararası hukuku ve ülke hukukunu çok iyi kavramalıdır. Hâkimin, “müstakim” olması toplumda doğru kişi olarak kabul edilmesi demektir.
Dışarıdan etkilenmemesi, tüm duygu ve düşüncelerini kapının önüne koyması, kişisel önceliklerini ve görüşlerini kararlarına yansıtmaması demektir. Hâkim, yansızdır. Yargılanan kişilere ve topluma karşı bu görünümünü korumalıdır. Hâkim, “emin” olmalıdır. Korkusuz ve kendine güvenen kimsedir. Çünkü hak arayanların adil yargılanma hakkı hâkimin emin ve güvenilir olanına emanet edilmiştir. Yargıya başvuran insanlar, hâkimden adalet bekler. Adalet sağlanmazsa yargı çöker.
Sonra “mülk” yani devlet çöker. “Adalet mülkün temelidir” özdeyişi boşuna değildir. Hâkim, “mekin” olmalıdır. Çünkü elinde insanların maddi ve manevi varlıklarını etkileyecek çok önemli karar verme yetkileri vardır. Hâkim, sakin ve ılımlı olmalıdır. Öfkelenmemeli ve fevri davranmamalıdır. Hâkim “metin” olmalıdır. Bütün bu nitelikleriyle acılara karşı dayanıklı, güçlü olmalıdır.
Mesleğiniz ile ilgili çok sayıda anınız vardır, bunlardan birkaçını nizimle de paylaşak ister misiniz?
Hâkimlik yıllarıma ait çokça anım var ama size burada doğrudan mesleğimle alakalı olmayan sivil hayatta hepimizin başına gelebilecek bir olaydan bahsetmek isterim. Samsun Alaçam’da hâkimlik yapıyordum. Yatmadan önce kitap okuma alışkanlığım çocukluğumdan itibaren kazandığım bir alışkanlıktır. O gün de yatmadan önce kitap okuyordum, bir yandan da enstrümantal müzik dinliyordum. Kitap okurken her zaman müzik dinlemeyi sevmişimdir, bu da çocukluğumdan kalma bir alışkanlığımdı. Adliyede küçük bir radyom vardı, hukuk dosyalarını okurken de kesinlikle Klasik Batı Müziği dinlerdim, müziksiz çalışmazdım. İşte Alaçam’da da yatmadan önce müziğin sesi ve okuduğum kitabın da etkisiyle eve giren hırsızı fark edememişim.
Gece saat beşe kadar hiç uyumadım, bir ara salona geçtiğimde sokak kapısının sonuna kadar açık olduğunu gördüm. Kış günüydü, bir baktım salonun her yerinde çamurlu ayak izleri. Anlayacağınız ben içerde müzik eşliğinde kitabımı okurken hırsız evde rahat rahat geziyormuş. Büyük bir panik ile evi kontrol etmiştim, gözle görülür bir eksiklik yoktu. Sabah kalktığımda adliyeye gitmek için hazırlanmıştım, ayakkabılarımı giymek için dolabı açtığımda terliklerime kadar hiçbir şeyimin olmadığını gördüm. Giyecek ayakkabım olmadığı için işe gidemiyordum, evin balkonuna çıkıp tanıdık birilerine seslenip yardım istemek geldi aklıma. Bu sırada mahallemizin hanımları toplanmış kendi aralarında konuşuyorlardı. O gece hırsız 11 eve girmiş, ev sahibim olan hanımın “Hâkimin olduğu mahalleye nasıl hırsız girer, şaşılacak bir şey!” dediğini duydum. Onu duyunca ben içimden “Hâkimin mahallesini bırakın hâkimin evine girmiş, ayakkabılarını bile götürmüş!” diye söylendim. Bir süre sonra mahallemizin hanımlarının toplandıkları yerden gittiklerini görünce balkona tekrar çıkıp, yoldan geçen tanıdık bir memura kâğıda yazdığım notu adliyeye götürmesini rica ettim. Adliyedeki memur arkadaş 42 numara siyah bir ayakkabı ile eve gelmişti. Bu olayı anımsarken kendi kendime “Hırsız insaflıymış, ya hâkimin elbiselerini de çalsaydı!” derim.
Neler yapmaktan hoşlanırsınız?
Başta da dediğim gibi kitap okumak, müzik dinlemek en büyük zevklerim. Bunun yanında pandemi nedeniyle yapamadığımız seyahatlere kaldığımız yerden devam etmeyi planlıyorum. Klasik müzik dinlemeyi çok severim. Eşim Emine Hanım ile uzun yıllar düzenli olarak Atatürk Kültür Merkezindeki bale, opera ve tiyatroları takip ettik. Yürüyüş yapmaktan büyük zevk alırım, özellikle eski İstanbul çevresini. Güncel sergileri kaçırmamaya dikkat ederim. Futbol izlemeyi çok severim, Türk Milli Takımı, Galatasaray maçlarını kaçırmıyorum. Birçok gazetede yazılarım çıktı, çok da olumlu dönüşler aldım. Baroda dersler verdim. Adalet Yüksekokulunda derslere girdim. Bazen hukuk sorunları olanlar başvurduğunda onlara yardım etmek için elimden geleni yapmaya çalışıyorum. Eşim Emine Hanım ve Oğlum Özgür ile yoğun geçen çalışma hayatımın ardından daha çok zaman geçirmeye çalışıyorum.
Kıymetli üyemiz İzzet Bey’e ve sıcak misafirperverliği ile bizleri ağırlayan Emine Hanım’a evlatlarıyla birlikte sağlıklı, mutlu ömürler dileriz.
Tülay Taşdemir