Turing Gençliği, Seyyâh-ı âlem Evliya Çelebi’nin “Kızıl Elma’nın kapısıdır’’ diye tarif ettiği Edirne’yi gezdi. Niyet hâlis, kuvvet kavi olunca düştük yollara. Sağanak yağışlı bir İstanbul sabahında, otobüs pencerelerinden ışıldayan gözlerle bakan, çelebi ruhlular olarak keşfe çıktık. Yol boyunca Mimar Müslihiddin’den Şükrü Paşa’ya, Koca Sinan’dan Evliya Çelebi’ye medeniyetimizin mümessillerine ve onların Edirne’sine dair sohbetler yaptık.
Edirne’ye ulaşınca; diğer bütün eserleri bir çırpıda önemsiz hale getiren, kendisinden başka hiçbir güzelliğe meyletmemize fırsat vermeyen, heybetiyle, zarafetiyle tesiri ruhun parmak uçlarına ulaşan o muhteşem mabet; Selimiye bizi karşıladı. Geri dönmek üzere söz vererek ve gözlerimizi bu mukaddes güzellikten ayıramayarak Tunca’ya doğru yol aldık. Altından Tunca Nehri, üstünden tarih akan Tunca Köprüsü bizzat dokunduğumuz, kokladığımız ilk miras oldu. Akıllara hemen bir köprü etrafında Balkanlar’daki Osmanlı medeniyetini tasvir eden Ivo Andriç’in “Drina Köprüsü’’ adlı şaheseri geldi. “Niçin Edirne’nin Tunca’sına, Meriç’ine de bir roman yazılmasın ki’’ diyerek yolumuza devam ettik.
Aceleyle yapılan sıradan kahvaltılar, yerini Meriç Köprüsü’nü seyrederken yudumlanan çaylara bıraktı. Ne kadar zevkle seyretsek de bir Payitaht’a serpilmiş kubbeler bizi bekliyordu. Besmele ile yola koyulduk, ilk ziyaretgâh; Edirne müdafaasının büyük kahramanı Şükrü Paşa’nın kabri oldu. Fatihalar şevkle okunduktan sonra tabyaları; o mukaddes dehlizleri, gurur ve acıyı aynı anda yaşayarak gezdik. Birkaç sene önce birlikte Osmanlı tebaası olduğumuz, aynı çeşmeden su içtiğimiz Balkan milletlerinin bize neleri revâ gördüğünü bir kez daha idrâk ettik.
Yürekleri parçalayan, zulüm dolu o karanlık asrın acılarını heybemize alarak huzurlu yıllara doğru seyahate devam ettik. İstikâmetimiz; incelmiş bir medeniyeti, “Devlet Baba’’nın mücessem halini, sıhhat mefhumuna verilen değeri keşfetmek için Bayezid Külliyesi’ydi. Yol üzerinde küçük ve etkileyici Mihal Camii’ne ve eski günlerini özlediğini hissettiren Mihal Köprüsü’ne rastladık, selamlaşıp camiin güzelim minaresini, köprünün yorgun ayaklarını dikkatle süzerek II. Bayezid Külliyesi’ne doğru ilerledik. Osmanlı klasik mimarisi; İslam Medeniyeti’nde Hz. Peygamber’den itibaren başlayan, birbirine bitişik birimlerden oluşan külliye anlayışının zirvesini temsil etmektedir.
II. Bayezid Külliyesi de Tunca Nehri kenarında cami, imaret, medrese ve şifahaneden mürekkep bir şâheser olarak bizi misafir etti. Bugünkü manada bir tıp fakültesi hastanesi işlevi gören bu etkileyici kurum, Osmanlı vakıflarının ne denli önemli olduğunu ve bugünlerde sıkça telaffuz edilen ‘’sosyal devlet’’ anlayışının nasıl hayata geçirildiğini göstermek için Edirne’de misafirlerini beklemekte. Ziyaretçilerin, müze haline getirilen odaları dikkatle gezmeleri durumunda kendilerini 16. asırda bir Osmanlı külliyesinde hayal etmeleri hiçte zor değil. Ayrılmak zor olsa da “gezilip görülecek daha çok yerimiz var’’ diyerek, II. Bayezid Cami’inde öğle namazını ifâ edip saray bölgesine hareket ettik.
Bugün bazı kalıntıları ayakta olan Saray-ı Cedit’te Kasr-ı Adl bizi selamladı. Viyana önlerinde mağlup olan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın kesik başının önüne koyulduğu bu kule, elde edemediğimiz son sevgili Viyana’yı akıllara düşürdü. Viyana’dan başlayan geri çekilmenin, sabah ziyaret ettiğimiz Şükrü Paşa’ya kadar ulaşan acısı yüreklerde tazelendi. Edirne sular şehri; su medeniyet alameti olunca Edirne Sarayı da Tunca Nehri’nin kenarına kurulmuş. Malum çeşme kitabelerinde “Canlı olan her şeyi sudan yarattık’’ (Enbiyâ-30) ayet-i kerimesi yer almaktadır. Bu bakımdan suyun medeniyetimizde çok önemli bir yeri olduğunu tekrar vurgulayıp yolumuza devam edelim.
Yeniden inşa edilen saray mutfakları Topkapı Sarayı’ndakilere benzerliği ile etkiledi bizi. Sultan Abdülaziz’in Avrupa’dan dönüşü şerefine dikilen fakat Sultan’ın deniz yoluyla dönmesiyle göremediği taşı tebessümle seyredip koca pehlivanlarımızın heykellerine doğru ilerledik. Yakın olmaları isabet olmuş. Sultan Aziz de güreşi pek severmiş, demekten kendimizi alamadık. Koca pehlivanları hayırla yâd ettikten sonra saraydan kalanların fotoğraflarını çekerek ve şehitlikteki mukaddes ruhlara bir Fatiha-i şerif okuyarak Saray-ı Cedit’ten ayrıldık.
Yeni durağımız Üç Şerefeli Cami. Koca Sinan gibi bir dehanın doğuşunda önemli ilham kaynaklarından olan, Mimar Müslihiddin tarafından inşa edilen bu erken dönem Osmanlı Camii; Selçuklu esintileri taşıyan, Edirne’nin simge mabetlerinden birisi. Müthiş mermer işçiliği olan kapısı, bütün diğer özelliklerini gölgede bırakacak incelikte. Üç şerefeye üç ayrı merdivenle çıkma denemesinin ilk örneği kabul edilen cami, Osmanlı klasik mimarisinin oluşumunda çok önemli bir yere sahip.
Hemen yanında bulunan ve hâli içler acısı olan Saatli Medrese’nin yakında restore edileceğini öğrenmek gönlümüze ferahlık verdi. “Edirne’nin meşhur ciğerinden yemeden olmaz’’ denildi; biz de tavsiyeleri yerine getirdik. Pek de memnun olduk; tavsiye eden arkadaşlara minnettarız. Kısa bir yemek arasından sonra keşfe devam ettik. Eski Cami yeni gözdemiz oldu. Hüsnü hat ne muhteşem sanattır; huşu içinde seyretmek ne büyük zevktir. Eski Cami bu imkânı ziyaretçilerine fazlasıyla sunmakta. Edirne denilince; hatta birçok kişi için cami denilince ilk o akla gelir. En muhteşem devir, âlemin en büyük mimarını ortaya çıkarmış. O koca mimar da ustalık eserini Edirne’ye inşa etmiş. Bir şehir için bundan daha büyük bahtiyarlık yoktur doğrusu. Heybetiyle, inceliğiyle, gök kubbede asılı gibi duran kubbesiyle, harikulâde minareleriyle bir ulu mabet karşısında, bir medeniyetin azameti karşısında ezilip büküldük; adeta sarsıldık.
Selimiye’ye; asırlardır kubbesinde tekbir sesleri yankılanan bu azametli camiye, ikindi vaktinde girdik. Herkes bir köşesinden hayranlık ile dakikalarca seyretti bu ulu mabedi. “Yanında yöresinde biraz daha kalalım uzaklara gitmeyelim’’ dediğimiz sırada; zengin İslam Eserleri Müzesi imdadımıza yetişti. Kimi yeniçeri mezar taşlarına, kimi çinilere meraklı gözlerle baktı. Kapalıçarşı bugün de çok canlı. Rüstem Paşa Kervansarayı şöyle bir selam verip geçilecek gibi değil ama söz verdik bir sonraki gezide kendimizi affettireceğiz. Zikretmem gereken Arasta Çarşısı, Kale İçi Edirne Evleri, Şahmelek Camii, Yeniçeri Hamamı gibi Edirne’nin güzellikleri saymakla bitmiyor. Hüzünlü bir ayrılık oldu ama mutlaka tekrar ziyaret etmek niyetindeyiz. Mirasçısı olduğumuz medeniyeti tanımaya, anlamaya; kıyıda köşede kalanlarla, unutulanlarla uğraşmaya azmettik.
Yazar: Engin Çetin
Fotoğraf: TuringArşivi