Seine (Sen) Nehri olmasa, Paris nasıl olurdu, kim bilir? Acaba Seine olmasa, Paris olur muydu? Paris’i Sol Yaka (Rive Gauche) ve Sağ Yaka (Rive Droite) diye ortadan ikiye bölen Seine Nehri, Paris’in her şeyidir. Bir tekneye atlayıp Paris’in içinden geçerek gezdiğinizde, bambaşka bir Paris görürsünüz. Her tekne gezisi, mutlu sonla bitmeyebilir Seine Nehri’nde. Nitekim Victor Hugo’nun kızı Leopoldine ve kocası, 1842 yılında Seine Nehri’nde tekne gezisi yaparken, tekneleri batar ve boğulurlar. Daha sonra Victor Hugo, en duygulu şiirlerini de kızı Leopoldine için yazar. Napolyon Bonaparte Paris ve Seine Nehri’ne öylesine tutkuyla bağlıdır ki, “Küllerimi çok sevdiğim Fransa’nın ortasında, Seine Nehri’nin kıyısında bir yerlere serpin.” diye vasiyet eder.
Heyecan verici bir şehirdir Paris. Kim bilir, belki de bu heyecan vericiliği, tarihi boyunca önemli toplumsal hareketlere, 1789 Fransız Devrimi’ne, 35 bini Pere-Lachaise Mezarlığı’nın duvarında kurşuna dizilmek üzere, toplam 100 bin kişinin ölümüne yol açan 1871 yılındaki “Paris Komünü”ne tanıklık etmesiyle ilgilidir. Bu heyecanı Bastille ve Concorde Meydanlarında daha fazla duyarsınız.
Adını, daha önceleri meydanın orta yerinde bulunan Bastille Hapishanesi’nden alan meydan, Fransız Devrimi’nin başlangıç yeridir. Voltaire, Fouquet gibi ünlü şahısların yattığı bu hapishane, 14 Temmuz 1789 gecesi Paris halkı tarafından yerle bir edilir, mahkûmların hepsi serbest bırakılır. Hapishanenin sökülen taşları, daha sonra Concorde Meydanı’nda bulunan köprünün inşa edilmesinde kullanılır.Concorde Meydanı da Paris’in trajik günlerinin izlerini taşıyan bir meydandır. Bu meydanda, 1770 yılında XV. Louis’in oğlu ile Marie-Antoinette’in evlilik törenlerinde çıkan kargaşada 100 kişi ölmüştü. Concorde Meydanı, Fransız Devrimi sırasında aralarında Kraliçe Marie - Antoinette ve kocası da dâhil olmak üzere 1500’den fazla insanın giyotinle idamına tanıklık etmiştir. Bunun dışında Danton ve Robespierre’in de idamını gören bu meydana “Giyotin Meydanı” adını yakıştırıyorum. Ancak XV. Louis Meydanı olarak anılan bu meydana, Louis Philippe tarafından 1830 yılında “Barış içinde yaşamak” anlamına gelen “Concorde” adı verilir.
Meydanın çevresini saran 8 kadın heykeli, Fransa’nın sekiz şehrini temsil etmektedir. Bu ölümleri düşünüldüğünde, Rainer Maria Rilke’nin şu sözünü hatırlamamak mümkün değil: “Paris’e yaşanacak yer diye geliyorlar. Halbuki Paris, ölünecek yer...” Meydanda bulunan ve bir benzeri de İstanbul Sultanahmet Meydanı’nda yer alan 23 metre yüksekliğinde, 220 ton ağırlığındaki dikilitaş ise Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa tarafından Mısır’ın Luksor şehrindeki II. Ramses Tapınağı’ndan sökülmek suretiyle zamanın kralı X. Charles’a hediye edilmiştir. Roma’yı görmeyenler için Concorde Meydanı’nda yer alan çeşmeler küçük bir teselli olabilir. Çünkü bu çeşmeler, Roma’da bulunan St. Pierre Çeşmesi’nden esinlenilerek yapılmıştır.
Paris’te bir de “Quartier Latin” vardır, görülmeye değer. Bir zamanlar derslerini Latince gören öğrencilerden ve daha sonra yaşadığı “Roma İşgali”nden dolayı bu adı taşıyan bölgenin en önemli özelliği, 68 öğrenci olaylarında en şiddetli çatışmaların yaşandığı yer olmasıdır. Paris’in 1000 yıllık geçmişe sahip en eski kilisesi olan St. Germain des Pres de bu bölgede yer almaktadır. Paris’te 10. bölge Türk Mahallesi, 11. Bölge Arap Mahallesi, 4. bölge Yahudi Mahallesi ve 13. bölge ise Çin Mahallesi’dir. Ve bu mahalleleri de mutlaka gezip görmek gerekmektedir. Tıpkı İstanbul gibi yüzünde hem geçmişin derin izlerinin hem de modernliğin kargaşasının ve çelişkilerinin yarattığı çizgilerin görülebileceği bir şehirdir, Paris.
Bu çizgiler, Paris’e “kendine has” özellikler kazandırmaktadır. Bu çizgilerin Paris’in yüzüne yakıştığı da söylenebilir. Ama benim gözlemleyebildiğim kadarıyla Paris’in tarihe tanıklık etmiş mekânları ile bugünün modern yapıları arasında, bizim İstanbul’da olduğu gibi bir uyuşmazlık hâli yoktur. Çünkü modernliğin beşiğidir Paris ve modern olanla uyumsuzluğundan ziyade, onun serpilip gelişmesine öncülük ettiği için, aralarında sıcak bir bağ vardır. Paris, modernliğe yabancı bir şehir değildir. Aydınlanmanın öncüsü birçok düşünürün hayatlarının geçtiği bir şehirdir.
Paris deyince akla “Eyfel Kulesi” gelir. Paris’i daha önce hiç görmemiş olanların, bu zarif şehre iner inmez görmek istedikleri yer, Eyfel Kulesi’dir. 317 metre yüksekliğindeki bu kule, tamamlandığı yıl olan 1889’dan bu yana Paris’in sembolü olmuştur. Gerçekten de, tam 7.000 ton demir kullanarak bu yükseklikte bir kule yapmak ve bunu Paris’in orta yerine oturtmak, çok ince mühendislik hesapları yapmayı gerektiriyor ki, yapıldığı yüzyılın teknolojik imkânları düşünüldüğünde, harika bir yapı olduğu anlaşılır Eyfel Kulesi’nin. Üstelik kule, sadece iki yıl gibi kısa bir sürede tamamlanmış. Sadece yüksekliği ve etkileyiciliği ile Eyfel Kulesi, Paris’i “Paris” yapan diğer mekânların adeta çekiciliğini azaltmış.
Yapımı Gustave Eiffel tarafından gerçekleştirilen kule, üç kattan oluşmaktadır. Birinci katta bir film ile kulenin yapımı anlatılmaktadır. İkinci katta ise, Paris’i 115 metre yüksekten izleyerek yemek yenebilecek bir restoran vardır. Üçüncü kata çıkıldığında artık 227 metre yüksekten Paris izlenebilir. Açık havalarda bu yükseklikten 65 kilometre uzaklığı görebilmek mümkündür. Sallantıdan korkanların, çok rüzgârlı havalarda kuleye çıkmamaları belki doğru olabilir. Çünkü kule, rüzgârda 10-15 cm arası eğilebilmektedir. Eyfel’in zirvesi, insanın kuş gibi kanatlanıp uçma isteğini okşayan müthiş bir Paris manzarası sunmaktadır. Nitekim 1912 yılında, uçma heveslisi bir Parisli kanat takarak uçmayı denemiş, ama Eyfel’in ayaklarının dibine düşerek can vermiştir.
Kuşkusuz Paris, sadece Eyfel Kulesi’nden ibaret bir şehir değildir. Belki geçmişi ve bugünüyle bütün Paris’in ortak değerlerinin, kulenin ayaklarında toplanıp adeta göğe doğru yükselişini sembolize etmektedir Eyfel... Ama öyle mekânları vardır ki Paris’in, hem Fransa’nın hem de tüm Avrupa’nın ortak kültürünün merkezi olmuştur. Meselâ, -geçirdiği ciddi yangına rağmen Katolik Hristiyan dünyası için sarsılmayan anlamıyla- Notre Dame, müzik tarihinde özellikle Rönesans öncesi Gotik Çağ içinde kendi ismiyle anılan bir dönemin oluşmasına bile yol açmıştır. Notre Dame Dönemi, bu çağ içindeki Eski Sanat ve Yeni Sanat dönemlerinden daha farklı bir dönem olarak anılır. Çünkü Kilise, XII. yüzyılda ilk kez çoksesliliği şartlı olarak kabul eder. Genel Avrupa müzik kültüründe, dinsel müzikte çokseslilik, Notre Dame Katedrali’nde başlar. Notre Dame, aynı zamanda tüm Avrupa müzik devriminin ilk kalesi olarak kabul edilir.
Notre Dame Katedrali’nin yapımına 1163 yılında Papa III. Alexandre döneminde başlanmış. Gotik mimarî tarzının en önemli eserlerinden biri olan Notre Dame, ekonomik şartların uygun olmaması sebebiyle 1330 yılında tamamlanabilmiştir. Gotik sanatın mimarî inceliklerinin sergilendiği katedralin girişinde yer alan heykel ve kabartma süslemeler hemen dikkati çekmektedir. Cephenin orta yerinde ise büyük bir vitray yer almaktadır. Vitray, Gotik sanatın en önemli süsleme tarzlarından biridir. Heykel ve vitray süslemelerinde, Tevrat ve İncil’den alıntılanan bazı konular anlatılmaktadır. Katedralin 3 ana giriş kapısının üzerinde bulunan 28 adet heykelin de, İsrail ve Yahudi krallarına ait heykeller olduğu ileri sürülür. Seine Nehri’nin kıyısında yer alan bu katedral, birçok sanatçıya, edebiyatçıya ilham kaynağı olmuştur. Bunlardan biri de Victor Hugo’dur. Victor Hugo’nun “Notre-Dame’ın Kamburu” adlı eserinde bilindiği gibi kilisenin kambur çancısı “Quasimodo”, güzel çingene kızı “Esmeralda” ve kıza tutkun Rahip “Frollo”nun hikâyesi anlatılmaktadır.
Notre Dame, Paris’in tek kilisesi değildir elbette. Montmartre Tepesi’nde yer alan Sacre Coeur Kilisesi’nden, Saint Chapelle’den, La Madeleine’dan, Saint-Eustache’dan, Saint Etienne Du Mont’dan da bahsetmek gerekmektedir. Bu kiliselerin her biri, Paris’in mimarî açıdan çok önemli yapılarıdır. Sacre Coeur Kilisesi, Montmartre Tepesi’ndeki duruşuyla Paris’e ayrı bir hava verir. Hem Roma hem de Bizans mimarî tarzından örnekler taşıyan kilise, 1876-1914 yılları arasında tamamlanmıştır.
19 ton ağırlığındaki çanı, dünyanın en ağır kilise çanlarındandır. Montmartre Tepesi, Paris’in en “kendine has” yerlerinden biridir. Sacre Coeur Kilisesi ile birlikte, “Ressamlar Sokağı” ile de bilinmektedir Montmartre Tepesi. Her ne kadar Eyfel kadar yüksek olmasa da bu tepe, Paris’in hemen her yerini görebilmektedir. Paris’i dolaşırken, adeta tarihin içinde gezinir gibi hissedersiniz kendinizi. Bugünkü adıyla “Belediye Meydanı’nda yer alan Hotel de Ville’in ilk yapımı, XIV. Yüzyılın ortasında gerçekleşti. Bina birkaç kez yıkıldı. En son yıkılışı da 1871 yılındaki “Paris Komünü”ne isabet eder.
Bina hiç vakit geçirilmeden, 1874 - 1882 yılları arasında Neo-Rönesans stilde yeniden inşa edildi. General Charles de Gaulle, 25 Ağustos 1944’te Paris’in artık özgür olduğunu, Alman işgalinden kurtulduğunu, Hotel de Ville’in balkonundan seslenerek duyurmuştur. Fransız Devrimi’nin ilk kurşununun atıldığı yer olan Le Palais Royal, bugün başka amaçlarla kullanılıyor. Le Pantheon da, Paris’in önemli yapılarındandır. Anıt mezar niteliğindeki Le Pantheon’da Victor Hugo, Andre Malraux ve Jean Monnet gibi Fransa için önemli şahısların mezarları bulunmaktadır.
Napolyon ve oğlunun mezarlarının bulunduğu İnvalides Kubbesi (Le Dome Des Invalides), L’Ecole Militaire, La Conciergiere, Parisli sanatseverlerin mekânı niteliğindeki Opera Garnier, Saint Jacques Kulesi, Opera Bastille, Bourbon Sarayı gibi yapılar, Paris’te görülmesi gereken mekânlar arasında yer almaktadır. Paris’e gidip de Champs-Elysees’yi görmeden olmaz. Şarkılara konu olan bu caddede özellikle gece yürümek daha zevklidir. Ayrıca Paris, kendisini geceleri başka türlü sunar. Bunları Paris’te gece hayatının çok canlı olduğunu kastederek söylemiyorum... Ama Paris, gece bir başka güzel. Tarihî mekânlar, dünyaca ünlü caddeler ışıklandırıldığında mükemmel bir görüntü ortaya çıkıyor. Champs-Elysees’yi gece ışıkları güzelleştiriyor.
Tabii tabiatın şartları ve geçit vermez dağları da işin cabası. Kardan elektrik direkleri kapanıyormuş. Yol da kalıp da macera yaşamayan yok gibi. En büyük konu yol sorunu, daha doğrusu yolsuzluk. Zaten yolsuzluk Türkiye'nin genel sorunu ama Bahçesaray'ın yolsuzluğu başka. Neyse biz yine dönelim konumuza. Yani suyun başına. Oraya kadar gelmişken Müküs Deresi'nin kaynağını görmemek olur mu? Kaynaktan bir su içip, "Elhamdülillah" demek, şükretmek için yola koyulmaz mı insan?
2 kilometre uzunluğundaki bu cadde Concorde Meydanı’nda başlar ve Etoile (Yıldız) Meydanı’nda biter. 12 geniş caddenin birleşerek bir yıldız oluşturmaları sebebiyle bu meydana “Etoile Meydanı” adı verilmiştir. Etoile Meydanı’ndaki en önemli yapı da, 1806 yılında Napolyon tarafından temeli atılan, fakat 1836 yılında imparatorluk yıkıldıktan sonra Louis Philippe tarafından tamamlanan Zafer Anıtı’dır (L’Arc de Triomphe). 50 metre yüksekliğinde ve 45 metre genişliğindeki Zafer Anıtı’nın üzerinde Fransa Millî Marşı, Le Triomphe, La Resistance (Direniş), La Paix (Barış) simgesi kabartmalar bulunmaktadır.
Zafer Anıtı’nın etrafında yer alan ve birbirine zincirlerle bağlı olan 100 adet taş, sürgünden döndükten sonra iktidarı tekrar ele geçiren Napolyon’un, iktidarda kalabildiği süre olan 100 günü simgelemektedir. Paris, dünyanın en büyük müzelerinin olduğu bir şehirdir. Bu müzelerde sergilenen sayısız eser, insanlık tarihi ile ilgili önemli görsel bilgiler de vermektedir. Louvre Müzesi, Rodin Müzesi, D’Orsay Müzesi, Petit-Grand Palais ve George Pompidou Kültür Merkezi, Paris’te görülmesi gereken önemli mekânlardır. Ama özellikle Louvre Müzesi’ni tam anlamıyla gezebilmek için birkaç günü ayırmak gerekebilir.
XII. yüzyılın sonlarında Paris’i savunmak amacıyla yapılan Louvre, daha sonra XVI. yüzyılda saraya çevrilmiş, fakat sarayın Versailles’a nakli üzerine müzeye dönüştürülmüştür. (Bu arada Paris yakınlarında bulunan Versailles Sarayı’nı, kraliyet ihtişamını anlamak için mutlaka görmek gerekir). Louvre’da yer alan cam piramit, 1989 yılında François Mitterand tarafından yaptırılmıştır. İlhan Berk’in “Ancak bisikletle dolaşılabilir” dediği Louvre Müzesi’nde, Sultan II. Selim Türbesi’nin orijinal çini panoları ile Şeker Ahmet Paşa’nın bir tablosu da yer almaktadır.
Paris, gezmekle bitecek bir şehir değildir. Ama biz yazımızı Honore de Balzac’ın şu sözüyle bitirelim: “Paris, gerçek bir okyanus gibidir. Onu bir baştan bir başa dolaşıp keşfettiğinizi zannetseniz de çiçeklerle çevrili, incilerle süslü, hiç uğranılmamış ve dokunulmamış olağanüstü bir köşesi, yine de kalacaktır.”
Yazar: Yalçın Çetinkaya
Fotoğraf: Bülent Katkak